Felsefe hakkında her şey…

Duygularımızın rasyonel düşüncelerimizi yönetmesine izin vermenin ‘sağlıklı ölçüsü’ nedir?

17.12.2024
Duygularımızın rasyonel düşüncelerimizi yönetmesine izin vermenin ‘sağlıklı ölçüsü’ nedir?

Duygular insanların gündelik durumlarla nasıl başa çıkacağını kısmen de olsa belirleyebiliyor. Peki duygularımızın rasyonel düşüncelerimizi yönetmesine izin vermenin ‘sağlıklı ölçüsü’ nedir?

Bu soru sadece felsefenin özüne değil, aynı zamanda insan olmanın özüne de dokunuyor.

Felsefe eğitimimin beşinci döneminde aldığım derslerden birisi “Sembolik Mantık idi. Dersi Abdulkuddus Bingöl adında her zaman takım elbiseyle derse gelen yaşlıca tonton bir hoca veriyordu ve bize mantıksal sembolizmin derinliklerini anlatıyordu. Yüklemleri, bağlaçları, önerme sembollerini tahtaya karalıyordu. Bizi kel adamlardan ve Fransa’nın var olmayan krallarından bahseden paradoksların içine atıyordu. Bize “çözümleyici çizelge” notları veriyordu. Sonuç olarak, o dersi çok olmasa da en azından makul düzeyde sevmiştim; zira bu dersle birlikte önemli bir hayat dersinin ilk öğrettiklerinden birisini de almıştım: Felsefeciler mantığı sevme eğilimindedir. Rasyonel argümanları ve bunları öncüllerden sonuçlara doğru sıralamayı severiz. Bu binlerce yıldır böyle olmuş, felsefe her daim rasyonel altyapısından gurur duymuştur.

Fakat herkes hayatını felsefeciler gibi yaşamıyor. Hatta her felsefeci de böyle yaşamıyor; bazıları salonlarından çıkarken mantık çantasını yanlarında taşımıyor. Dolayısıyla duygulara karşı rasyonalite meselesi düzenli biçimde gündeme geliyor. Bu yeni bir anlayış değil; 16. yüzyılda Michel de Montaigne ve 19. yüzyılda Friedrich Nietzsche de buna işaret etmişlerdir. Batı dışı felsefe geleneğinde yer alan binlerce yıllık külliyattan bahsetmiyorum bile… Ancak karar verme sürecinde duyguların rolünün ne olduğunun bilimsel zeminde araştırılması nispeten yeni bir uğraştır. Bu, psikoloji ve felsefenin heyecan verici bir birleşimi, sosyal bilimlerle fen bilimlerinin bir izdivacı gibidir.

Bu nedenle, aynı ruhla, konuya hem felsefi hem de psikolojik bir yaklaşımla bakmanın uygun olacağını düşünüyorum. Şimdi filozofları temsilen Aristoteles’i ve onun takipçileri olan Stoacıları; psikologları temsilen de Robert Oum ve Debra Lieberman’yı ele alacağız.

Aristoteles: Akıl – erdem ilişkisi

Aristoteles, insanların logos ile tanımlandığını savunmuştur. Bu, logos‘un insanlar için benzersiz ve gerekli olduğu anlamına gelir. İnsanlar da bitkiler de belli tutumlar sergiler. Bizler doğamız gereği birtakım güdülere sahibiz; ama hayvanlar da güdüsel canlılardır. Bunlar insan doğasının bir parçasıdır ve yalnızca logos, yani insani rasyonalitenin altyapısı bizi diğer varlıklardan ayırır.

Aristoteles mutlu, zengin ve dolu bir yaşamın erdemli bir yaşam gerektirdiğini savunur. Mutlu olmak için erdemli olmak zorundayız ve erdemli olmak için de aklımızı kullanmalıyız. Daha doğrusu, diğer insani unsurlarımızı yönlendirmek için aklımıza danışmalıyız. Gelişim aşamasındaki bir erdemi gerçek bir erdeme dönüştüren şey logos‘umuzdur. Örneğin, cesaret sadece bir tutum, başarı ve derinlerde gömülü bir korkuyla düşmana saldırmak değildir. Gerçek cesaret karar verebilmeyi (prohairetike) içerir ki bu da logos’un önemli bir parçasıdır. Cesaret yalnızca iyiyi hedeflediğinde bir erdemdir. Kime ya da neye karşı cesur olduğunuz önemlidir. Bir düşmanla neden savaştığınız önemlidir. Logos olmadan erdemli ve dolayısıyla mutlu olamayız.

Sonraki yüzyıllarda Stoacılar bu fikri daha yüksek sesle dillendirmeye başladılar. Stoacılar logos’u evreni yöneten kozmik bir ilke hâline getirdiler. Onlara göre yi bir insan olmak logos’a uygun yaşamaktır. Stoacılar duygusuzluktan değil, duyguları yönetmekten yanaydı. Dolayısıyla, “zor durumlarda öfke duyun” elbette; ama her zaman logos’un kontrolü altında ve her zaman iyilik için…

O hâlde Aristoteles ve Stoacılar için duygular yalnızca rasyonelliğe hizmet edecek şekilde kullanıldığında “sağlıklı ölçü” yakalanmış demektir diyebiliriz.

Dikotomik neticeler

İnsanoğlu ikiliği seven bir yapıya sahip. Dünyayı iki düzgün alana bölmüşüz. Siyah ya da beyaz, yukarı ya da aşağı, erkek ya da kadın, heteroseksüel ya da gey, biz ve onlar, akıl ya da duygu. Aradaki belirsiz alanlardan korkarız. Bu durum o kadar basit bir ayrımdan mürekkep değildir. Örneğin “sol” ve “sağ” beyin ya da “biliş” ve “duygu” arasındaki sözde bilimsel bölünme, bugünlerde hiçbir saygın bilim insanının ciddiyetle ve uzun yıllarca ele aldığı bir konu değildir.

Oum ve Lieberman, nörofizyolojik düzeyde olduğu kadar bilinç düzeyinde de duygu ve bilişin ayırt edilemeyecek kadar iç içe geçmiş olduğunu savunuyorlar:

“Duygu biliştir. Yani, duygusal sistemlerimiz, atalarımızın yaşadığı ortamlarda hayatta kalma ve üremeyi etkileyen ve tekrar eden bir duruma yanıt olarak bir dizi psikolojik ve fizyolojik etkeni harekete geçiren bilişsel sistemlerdir.”

Bunun için, çoğu insanın dışkıya karşı duyduğu doğal tiksintiyi örneklemişlerdir. Onlara göre bizler süreç içinde “zararlı etkenlerle ilişkilendirilen maddeleri tespit etmek üzere tasarlanmış bilişsel araçlar” geliştirdik ve tiksinti duygumuz “hastalığa neden olan etkenlerden” kaçınmamıza yardımcı olan bir karar alma aracı hâline geldi. Örneğin sifonu çekme isteğimiz, dünyayı değerlendirmeye yönelik diğer yaklaşımlarımızdan ayrı olarak ele alınabilecek rasyonel bir yetkinlik gerektirmez. Bunların hepsi iç içe çalışır ve bunları birbirinden ayırmaya çalışmak binlerce yıllık hatalı bir dikotomiden doğan bir soyutlamadır.

O hâlde, “duyguların rasyonel düşüncemizi ele geçirmesi” diye bir şeyden bahsedemeyiz. Çünkü bu tıpkı şimşeğin gök gürültüsünü ele geçirmesi gibi bir şeydir.

Konunun daha çok Aristoteles ve Stoacıların söyledikleriyle ilgili olduğuna inanıyorum. Bu, modern bilişsel davranışçı terapinin ilgilendiği şeyle alakalı ve bu da duygularımızın düşüncelerimizden farklı olduğunu hissetmemiz demektir. Stoacıların savunduğu ve bilişsel davranışçı terapinin ortaya koyduğu şey, birçok insanın kendi duyguları üzerinde bir dereceye kadar yönlendirici olabileceğidir. Ben “duyguları seçmenin” en azından bazı zamanlarda bir bastırma veya söndürme unsuru içermediğini hayal etmekte zorlanıyorum. O zaman bu ampirik bir soru hâline geliyor:

Duygularınızı dile getirmek ve dışa vurmak, onları sonuna kadar hissetmek mi daha iyidir; yoksa duyguları kabullenip onlarla yüzleşmek mi daha iyidir?

Bazı kanıtlar ilkinin daha iyi olduğunu gösterebilir; ancak ben bazen duygusal düzenlemenin de gerektiği konusunda ve bunun bazen daha iyi olduğu hususunda kararlıyım.

Demek istediğim, duygulara sağlıklı ölçülerde tabii ki sahip olmalıyız; Stoacılar’ın da dediği gibi nadiren de olsa duygularımızın rasyonel karar alma sürecimizi “ele geçirmesine” müsaade etmeliyiz.

Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...