Değerlerin Çöküşü: Nietzsche’nin Postmodern Dünyadaki Yankıları
Zayıflığın kalesine çekilmiş bir insanlık, kendi inşa ettiği putların gölgesinde yaşarken, Nietzsche bir çekiçle ortaya çıktı. O çekicin her vuruşu, sahte değerlere, yozlaşmış ahlak sistemlerine ve yüzyılların tortusuyla birikmiş aldatmacalara indirildi. “Tanrı öldü” derken, aslında sadece bir yaratıcıya değil, tüm mutlak değerlere meydan okuyordu. Peki, Tanrı’nın ölümünden doğan boşlukta insan nasıl yaşayacak? Postmodern dünya bu sorunun yankılarıyla çalkalanırken, Nietzsche’nin çağrısı hâlâ gökyüzünde asılı duruyor: “Kendi yıldızını yarat.”
Postmodernizm, Nietzsche’nin bu çığlığını yankılayan bir zemindir. Hakikatin tek bir kaynağı olmadığını, her şeyin parçalanabilir ve yeniden inşa edilebilir olduğunu savunur. Bu fikir Nietzsche’nin “perspektivizm” anlayışıyla kusursuz bir uyum içindedir. “Hakikat bir ordudur” der Nietzsche, “birbirinden bağımsız bakış açılarının savaş alanında düzenlenen bir ordu.” Bu savaş alanında insan, kendi hakikatini yaratmak zorundadır; çünkü başka bir yerde sığınacak bir “mutlak” yoktur.
Değerlerin çöküşü, yalnızca eski yapıların yok olması değil, aynı zamanda bireyin çıplak bir gerçeklikle yüzleşmesidir. Bu gerçeklikte hiçbir sığınak, hiçbir hazır cevap yoktur. Modern insanın sahte huzurunu parçalayan Nietzsche, postmodern bireyin yol göstericisidir. Ama bu yol göstericilik, rehberlikten çok bir meydan okumadır. Çünkü Nietzsche, insanı zayıflığından kurtarıp kendi kaderini yaratmaya zorlarken, aynı zamanda ona “her şeyin anlamını kaybettiği bir dünyada nasıl ayakta kalacaksın?” sorusunu yöneltir.
“Değerler çürürken, cesaret çiçek açar.” Nietzsche’nin bu düşüncesi, postmodern insanın trajik durumunu açıklıyor. Değerlerin çöküşü bir trajedidir; ama aynı zamanda bir fırsattır. Artık birey, kendi değerlerini yaratmak, kendi anlamını bulmak zorundadır. Ancak bu süreç, kolay bir yolculuk değildir. Çünkü Nietzsche’ye göre insan, “kendini fethetmesi gereken bir savaş alanıdır.” Bu savaş, eski değerlerin hayaletleriyle değil, bireyin kendi korkaklığıyla, kendi sınırlarıyla yapılır.
Postmodernizmde hakikat, bir inşadır. Ama bu inşa, köklü bir cesaret gerektirir. Nietzsche’nin “güç istenci” burada devreye girer. Güç istenci, bireyin yalnızca hayatta kalma içgüdüsü değil, aynı zamanda yaratma ve kendini aşma arzusudur. Bu arzu, insanı sıradan bir varlıktan, bir “üstinsan”a dönüştürür. Ama üstinsan olmak, hiçbir zaman bir varış noktası değildir; bir süreçtir, bir mücadeledir. Nietzsche’nin dediği gibi: “Yolculuğun kendisi, varış noktasından daha değerlidir.”
“Tanrı’nın mezarında büyüyen otlar, insanın özgürlük çığlığıdır.” Postmodern insan, bu çığlıkla boğuşurken, eski tanrıların yerine yeni putlar dikme tuzağına düşer. Nietzsche’nin çekiçle yıktığı değerler, postmodern birey için bir uyarıdır: Yeni değerler yaratırken, bunların da bir gün çürüyebileceğini unutmamalısın. Çünkü hakikat, sabit bir kavram değil, sürekli bir hareket, sürekli bir devrimdir.
Sonunda geriye şu soru kalır: Tanrı’nın öldüğü bir dünyada, insan kendini nasıl bulur? Nietzsche’nin cevabı nettir: “Kendi hakikatini yarat, ama bu hakikatin kölesi olma.” Postmodern birey, bu çöküşün ortasında bir sanatçı gibi yaşamak zorundadır. Hayatını bir sanat eseri gibi şekillendirmek, kendi değerlerini yaratmak ve bu değerlerle sürekli mücadele etmek zorundadır. Çünkü Nietzsche’nin dediği gibi: “Hayat, kendi kendini fethetme cesaretine sahip olanların zaferidir.”
Zayıflığın son çığlığı, postmodern bireyin kulağında yankılanırken, Nietzsche’nin gümbür gümbür gelen felsefesi bir meydan okumadır. Bu meydan okuma, yalnızca geçmişi değil, geleceği de hedef alır. Tanrı’nın ölümünden doğan boşlukta insanın tek bir seçeneği vardır: Kaosun içinde kendi yıldızını yaratmak. Kaosun derinliklerine bakarken, kaosun da bize baktığını unutmadan. Ve belki de bu yüzden Nietzsche, şu son sözleri kulağımıza fısıldar: “En büyük zafer, hiçbir şeyin kesin olmadığı bir dünyada kendini yaratabilmektir.”