David Lynch, bize filmlerin neden mantıklı olması gerekmediğini gösteriyor…
Hollywood filmleri kalıplaşmış ve öngörülebilir olmaya devam ettiği sürece, özgünlüğe popülerlikten daha fazla değer veren, hem eleştirel hem de ticari başarı elde etme şanslarını düşürecek olsa da kendi doğrularına sadık kalan yönetmenler daha fazla önem görmeyi hak edecektir.
David Lynch gibi yaratıcı vizyonuna sadakatle bağlı kalan yönetmenler vardır. Twin Peaks, Blue Velvet ve Mulholland Drive gibi kült yapımların yazarı ve yönetmeni olan Lynch’in eserleri, ister saygı duyulsun ister nefret edilsin, eleştirmenlerin sadece “Lynchvari” olarak tanımlayabileceği ölçüde kendine özgü bir tarzla birbirine bağlıdır.
“Lynchvari”, ‘Freudyen’ ya da ‘Kafkaesk’ kavramları gibi kolayca tanımlanabilecek bir tarzı ifade etmez; çoğu sinemasever için filmlerin gerçeküstü ve rüya gibi niteliğini ifade eder. Kalanlar içinse “Lynchvari”, “kafa karıştırıcı” ile eş anlamlıdır.
Lynch, ilk uzun metrajlı filmi olan “Eraserhead” şaşırtıcı ve sönük eleştiriler aldığında, belirsiz imgelerle dolu ve neredeyse tamamen anlatı mantığından yoksun olan bu filmin ne hakkında olduğunu tek bir kişinin bile anlamadığından yakınmıştır. Bu, Lynch’in bu tür bir tepkiyle karşılaştığı son deneyim olmayacaktır ve bugün bile pek çok sinemasever onun çalışmalarından uzak durmayı tercih eder; çünkü bu çalışmaların aşırı derecede anlaşılmaz, anlamsız ve hem amaçtan hem de mantıktan yoksun olduğuna inandırılmış durumdalardır.
Ancak bu pek de doğru değildir. Lynch’in sürrealist ve dışavurumcu sanattan ilham alan film yapımcılığı, bırakın eğlenceli olmayı, filmlerin iyi olması için her zaman mükemmel bir anlam ifade etmesi gerekmediğini kanıtlar niteliktedir. Aynı zamanda, eğer dikkatle izlerseniz, “Eraserhead” ve “Blue Velvet” gibi filmlerin beklediğinizden çok daha fazla gerçekliğe dayandığını anlamaya başlayabilirsiniz.
Hareket eden tablolar
Ünlü bir yönetmen olmasına rağmen Lynch’in çok fazla film izlemediği söylenir. Lynch bunun yerine tamamen farklı bir mecradan ilham alır: resim sanatı. Çocukluğundaki çizim tutkusunun peşinden giden Lynch, 1960’larda profesyonel bir sanatçı olma umuduyla Philadelphia’daki Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydoldu. Bir yaz, arkadaşı Jack Fisk ile birlikte Oskar Kokoschka adlı Avusturyalı etkili bir ressamdan eğitim alıp alamayacaklarını öğrenmek için Avrupa’ya gitti. Bu yolculuk başarısızlıkla sonuçlansa da Lynch yılmadı ve Amerika Birleşik Devletleri’ne döndüğünde resim yapmaya devam etti. Rivayete göre eline kamera almasının tek nedeni yönetmen olmaya karar vermiş olması değil, resimlerini hareket ettirmek istemesiydi.
Onun filmleri sürrealizm, ekspresyonizm ve empresyonizm gibi çeşitli sanatsal akımları bir araya getirir. Tesadüfen, bu farklı tarzların hepsi soyutlama lehine temsilden kaçınır. Gerçekliği olduğu gibi değil, düşüncelerimiz ve duygularımız tarafından çarpıtılmış bir şekilde zihnimizde belirdiği hâliyle tasvir eder.
Lynch’in çalışmaları özellikle iki ressama gönderme yapar: Francis Bacon ve Edward Hopper. Bacon’ın “Seated Figure” (1961) adlı tablosunun izlerini Twin Peaks‘in bir kısmında bulmak mümkündür. Sanatçının mekânları hayalet gibi işlemesi diziye bildiğimiz ve sevdiğimiz ürkütücü atmosferin kazandırılmasına yardımcı olurken portrelerindeki sakin duruş ve yoğun ifadelerin yan yana gelmesi Lynchçi olarak kabul edilen şeyin merkezine oturur. Hopper’ın gece verandada oturan iki kişiyi resmettiği “Summer Evening” (1947) adlı tablosu, Twin Peaks‘in yakın tarihli bir bölümüne şablon oluşturmuştur: Dönüş‘teki bir sahne için. Bacon bastırılmış öfkenin boşalmasını resmediyorsa Hopper da felç edici yalnızlığın küçük ayrıntılarını resmeder. En sevdiği konu olan kalabalık mekanlardaki yalnız insanlar, Lynch’in filmografisinde de ortak bir temadır.
Bu resimlerin muğlak anlamı, ilham verdikleri filmler gibi uyandırdıkları kesin duygulara göre ikincildir. Duygular mantıktan daha derin, sezgisel bir düzeyde yankı bulduğu için, sanatçılar eserlerini anlamamız ya da değerlendirebilmemiz için açıklamak zorunda kalmazlar. Lynch bir keresinde halka açık bir konuşmada bu fikri ele almış ve “insanların kendilerini yüzde yüz açık eden filmlere alıştıklarını ve bazı soyutlamalar içeren bir filme baktıklarında o güzel sezgi unsurunu kullanamadıklarını” belirtmişti. Ancak neredeyse tüm izleyiciler kendini açıklayan hikâyeler lehine soyutlamadan kaçınmaktadır.
Lynch sözlerine şöyle devam eder:
“Öte yandan bazı insanlar bu soyutlamaları seviyor ve bu onlara hayal kurmaları için alan sağlıyor. Benim için soyutlama, sinemanın söyleyebileceği bir şeydir. Ve benim için bu görüntüler ve sesler zaman içinde birlikte akıyor, bu o kadar güzel ki bir sekans içinde, sadece sinemada gerçekten söylenebilecek bir şey yaratıyor.”
David Lynch’i anlamak
Lynch’in filmleri kâbuslar gibi, gerçek sorunları işlemek için soyut imgeler ve absürd olay örgüleri kullanır. Her yabancı görünümün altında şaşırtıcı derecede ilişkilendirilebilir bir hikâye gizlidir.
Iowa’daki Uluslararası Maharishi Üniversitesinin David Lynch Sinema Sanatları Yüksek Okulu’ndan mezun olan yönetmen Adam Zanzie, bu konuda şöyle konuşmuştur:
“Lynch’in filmlerinde olan her şeyi anlamamanız emin olun hiç sorun değildir. Ben de kesinlikle anlamıyorum. Benim için daha önemli olan şey, olan biteni önemseyip önemsemediğinizdir.”
“Eraserhead”e geri dönelim. Filmi ilk ya da ikinci, hatta üçüncü kez izlerken, kendinize, boş yere, yemek sahnesinde tavuğun neden hareket etmeye başladığını ya da kız arkadaşın nasıl olup da sonunda her ne doğuruyorsa onu doğurmayı başardığını sorabilirsiniz. Bu sorular makul olmakla birlikte, konunun tamamen dışındadır.
Zanzie, “Eraserhead özünde baba olmak istemeyen bir adam hakkında bir film.” der bu film için. Lynch’in filmi yaptığı sırada yaşadığı ve “Catching the Big Fish” adlı kitapta anlattığı bir şeydir bu:
“Kız arkadaşı hamiledir ve o bir aile kurmak istememektedir. Bu, sorumluluklarından kurtulmaya çalışan birinin kâbus gibi bir tasviridir.”
Anlam ve duygusal tepkinin ötesinde, Lynch’in çalışmaları muğlaklık uğruna bolca belirsizlik de içerir. Lynch gibi orman yakınlarında büyümüş olan Zanzie’nin “büyülü” olarak nitelendirdiği Twin Peaks‘in ormanlık ortamında gizem sadece bir olay örgüsü değil, aynı zamanda bir estetiktir. Yazar David Foster Wallace, “Lost Highway” (1997) filminin setinde dolaşırken Lynch’in bu özelliğini Quentin Tarantino gibi diğer, daha “ticari olarak kabul edilebilir” film yapımcılarının çalışmalarında nasıl fark etmeye başladığını anlatır:
“‘Pulp Fiction’ın Marcellus Wallace’ının boynundaki yara bandı; açıklanamayan, görsel olarak uyumsuz ve üç ayrı kurguda belirgin bir şekilde yer alan bant; Lynch’in ders kitabıdır.
Tıpkı “Pulp Fiction”ın şiddetini noktalayan ayak masajları, domuz göbekleri, TV programları vb. üzerine uzun, bilinçli bir şekilde gelişen sıradan diyaloglar gibi, ürpertici-komik stilizasyonu da Lynchvari olan bir şiddettir. Lynch bu tarzı kendisi icat etmiştir.
Ürkütücü ve sıradan
Eğer David Lynch’i anlamakta zorlanıyorsanız Wallace’ın “David Lynch Keeps His Head” başlıklı makalesini şiddetle öneririm. Wallace, Zanzie’nin film programına katıldığında edindiği izlenime uyan bir Lynch portresi çizmekle kalmaz, aynı zamanda şimdiye kadar kâğıda dökülmüş en iyi “Lynchvari” tanımının ne olabileceğini de özetler.
Lynchvari, “çok ürkütücü ve çok sıradan olanın, birincisinin ikincisinin içinde sürekli olarak hapsolduğunu ortaya çıkaracak şekilde birleştiği özel bir ironi türünü ifade eder”.
Wallace’ın Lynchvari tanımı Lynchvari’nin mevcut en iyi tanımıysa Lynch’in çalışmalarında bu tanımın en iyi örnekleri, hasta babasına bakmak için evine dönen bir üniversite öğrencisinin büyüdüğü pastoral Amerikan banliyösünün aslında şiddet ve psikopatlıkla dolu karanlık, çarpık bir yer olduğunu keşfettiği “Blue Velvet” filminde bulunur. Film ilk bakışta bu değişimi ani, bir dünyanın yerini başka bir dünyanın alması olarak sunar. Gerçekte ise kâbusun izleri en başından itibaren fark edilebiliyor. Babanın felç geçirdikten sonra ön bahçeye yığıldığı ve kameranın yavaşça zoom yaparak çimlerin altında birbirlerinin üzerinde gezinen, mide bulandırıcı bir karınca kolonisini görüntülediği açılış sahnesine bir bakın derim.
“Blue Velvet”ten nefret eden ünlü film eleştirmeni Roger Ebert bile bu sahneye bayılmıştır ve bunun nedenini, başlangıçta tuhaf ve anlamsız görünmesine rağmen sahnenin düzenlenişinin son derece anlamlı olmasına bağlamıştır.
Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım