Felsefe hakkında her şey…

Birçok evren, birçok benlik demektir: Eğer sonsuz bir çoklu evrende yaşıyorsak kimlik, ahlak ve hatta Tanrı anlayışımız yeniden gözden geçirilmelidir…

04.12.2024
Birçok evren, birçok benlik demektir: Eğer sonsuz bir çoklu evrende yaşıyorsak kimlik, ahlak ve hatta Tanrı anlayışımız yeniden gözden geçirilmelidir…

Yakın bir zamanda benim için oldukça zor olan bir ikilemde kaldım. Vermem gereken bir karar vardı ve her iki durumda da hayatımın farklı bir yol izleyeceğini biliyordum. Bu yollardan birisi, geçmişimin karanlığından çıkan bir ışık demetini takip etmekti ki bu şimdikinden bambaşka bir hayata sahip olmak anlamına geliyordu. Diğer yol, geçmişin karanlığından kurtulup yeni bir ışık kaynağına yönelmek ve oraya tutunmak demekti. Her iki seçeneğin de iyi ve kötü yanları vardı; bu yüzden bir ara bir şekilde her iki hayatı da paralel biçimde yaşayabilmeyi diledim.

Şöyle ki bunu potansiyel olarak gerçekleştirmenin bir yolu vardı. Hem pastam dursun hem karnım doysun misali…

Tuhaf mı geldi size? Bir dakika ama, beni biraz dinleyin. Bu tuhaflığın kaynağı kuantum mekaniğinin öngörülemeyen tuhaflıklarından geliyor. Düşünelim ki kuantum mekaniğinden yararlanarak iki seçenek arasında karar vermenize yardımcı olabilecek bir akıllı telefon uygulaması bulunsun. Ancak bu karar kaderinizi rastlantısallığın belirlediği sıradan bir yazı tura atışından ibaret değil. Bunun yerine bu kararı vermenize yardımcı olacak uygulama her iki seçeneğin de gerçeğe dönüşmesini güvence altına alıyor.

Uygulamayı açıyorsunuz ve bir fotonun ölçülmesini istiyorsunuz, bu da onu ‘yavaşlamak’ veya ‘hızlanmak’ gibi ikili bir duruma sokuyor. Benim durumumda ‘yavaşlamak’ karanlıktaki ışık demetini takip etmek, ‘hızlanmakise yeni ışık kaynağına yönelmek anlamına geliyor. Sadece bir sonuçla muhatap olacağım; ama teorik olarak farklı bir evrende başka bir sonuçla daha muhatap olacağım. O andan itibaren, paralel olarak yaşayan iki Ömer bir arada var olacaktır.

Buradaki örneklemede ben fizikçi Hugh Everett’in 1950’lerde yazdığı doktora tezinde öne sürdüğü kuantum mekaniğinin ‘Çoklu Dünyalar’ yorumundan esinlendim. 1 Everett, bir kuantum olayı her gerçekleştiğinde evrenimizin birden fazla dünyaya ayrıldığını ve her an binlerce olayın gerçekleştiğini ileri sürmüştür. Bu fikir fantastik görünse de her geçen zamanda daha fazla bilim insanı ve filozof dünyamızın gerçekten bu şekilde işliyor olabileceğini düşünmeye başladı. Kuantum mekaniğinin Çoklu Dünyalar yorumu doğruysa dünyaların bölünmesi sadece mümkün olarak kalmayacak, her yerde, diğer dünyalarda da mümkün olacaktır.

Bir sosyolog ve felsefeci olarak bu bilimsel teorinin bizi en derin inançlarımızı bile yeniden gözden geçirmeye nasıl zorlayabileceğine bir bakış atmak istiyorum. Ben kuantum mekaniğinin Çoklu Dünyalar yorumunun bizi, kendimize dönük anlayışımızı keskin bir şekilde yeniden kavramsallaştırmaya yönelttiğine inanıyorum. Belki de ben tek, eşsiz, kalıcı bir özne değilimdir. Belki de aslında dallanan bir ağaç ya da bölünen bir amip gibiyimdir; uçsuz bucaksız ve sürekli büyüyen bir çoklu evrende birbirinden biraz farklı hayatlar yaşayan, neredeyse birbirinin aynısı birçok kopyam vardır. Ayrıca bu resmin bizi ahlaki sorumluluk hakkındaki fikirlerimizi ve dinin bize Tanrı hakkında söylediklerini yeniden düşünmeye ittiğini de düşünüyorum. Hatta belki de geleneksel Tanrı fikrinden tamamen vazgeçebiliriz.

2025 yılı, Werner Heisenberg’in kuantum mekaniğini tutarlı bir fiziksel teoriye dönüştüren matris mekaniğini geliştirmesinin yüzüncü yıldönümü olacak. Aradan geçen 100 yılın ve Heisenberg’in bu başarısının bu teorinin nasıl yorumlanacağı konusunda bir fikir birliği yaratacağını düşünürseniz yanılmış olursunuz.

20. yüzyılın büyük bölümünde Heisenberg, Niels Bohr ve arkadaşlarının Kopenhag Yorumu diye adlandırılan yorumu egemendi. Ancak son yıllarda birçok kişi bunu sorgulamaya başladı ve tüm bunların ne anlama geldiği konusunda daha derin sorular sorma konusundaki geri duruşu nedeniyle bu yaklaşımı ‘sus ve hesapla yaklaşımı’ olarak adlandırdı. Bugün metafizik açıdan daha tatmin edici bir anlayışa duyulan iştah artıyor ve bu alanda çalışanlar da bu zorluğun üstesinden gelmeye çalışıyorlar.

Everett ya da onun Çoklu Dünyalar yorumu bugün oldukça güçlendi. Bu yorum kuantum nesnelerinin süperpozisyonlarda var olduğu gerçeğine dayanıyor: Kuantum nesneleri aynı anda tüm olası durumlarda bulunur. Erwin Schrödinger varsayımsal olarak bir kutuda aynı anda hem canlı hem de ölü bir kedi olabileceğini ifade ederken bundan bahsediyordu. Bu imkânsız görünüyor ve Schrödinger’in kendisi için de asıl sorun bunun imkânsız görünmesiydi. Ancak Çoklu Dünyalar yorumu, kedinin ne canlı ne de ölü olduğunu iddia ederek sorunu ortadan kaldırıyor; daha ziyade, bazıları canlı kediler ve bazıları ölü kediler içeren birden fazla dünyanın kapılarını bizlere açıyor. Başka bir deyişle, her olası sonuç gerçekten meydana geliyor. Kutuyu açtığımızda gözlemlediğimiz durum, sadece bizim hangi dünyada olduğumuzu gösteriyor; diğer dünyalar hakkında bize bir bilgi vermiyor.

Peki hepsini kabul ettik diyelim, ama günlük deneyimlerimizde bu durumu nasıl anlamamız gerekiyor? Burada fizik bilimi yetersiz kalıyor. Öncelikle, eğer sizin birden fazla versiyonunuzun olduğu bir evrende yaşıyorsak bu versiyonlarınızın tamamen aynı kişi olarak kabul edilip edilemeyeceği konusunda zorlu sorular ortaya çıkar. Çoğu insan, doğumdan ölüme kadar var olmaya devam ettiği fikriyle yaşar. Bu derinlemesine düşünmeyi gerektirmeyen açık bir gerçektir. Ancak filozoflar ‘sizi’ zaman içinde devam ettiren şeyin ne olduğunu tanımlamaya çalışırken çok fazla çaba sarf ettiler. Bazıları bunun psikolojik süreklilikle ilgili olduğunu savunmuş, geçmişteki benliğinizle aynı zihne ve anılara sahipseniz sizin her zaman siz olacağınızı iddia etmiştir. Diğerleri ise bunun aynı bedene sahip olmakla ilgili olduğunu öne sürmektedir. Bu arada pek çok dindar da tek ve bölünmez bir ruhun varlığına vurgu yapmaktadır.

Filozof Derek Parfit, hücre bölünmesinden esinlenen düşünce deneylerinde ‘fizyon’ kavramını yaratarak bu varsayımları stres testine tabi tuttu. 2 Kimliğin tek-bir ilişki olduğunu, yani birden fazla kişiyle aynı kişi olamayacağınızı savundu. Bu, iki özdeş parçaya bölünmeniz halinde varlığınızın sona ereceği anlamına gelir.

İlk başta bunun nedenini kavramak zor olabilir. Eğer yok olsaydınız ve bir saniye sonra bedeninizin ve zihninizin bir kopyası yok olanların yerine ortaya çıksaydı, muhtemelen bunu farkı fark etmezdiniz. İçsel bakış açınızdan ve sizi tanıyan ve sevenlerin bakış açısından var olmaya devam ederdiniz. Aslında, eğer mümkün olsaydı, bahsettiğimiz durum ışınlanmaya dâhil olacak bir kaybolma ve yeniden ortaya çıkma durumu olacaktır. Eğer teorik olarak ışınlanmadan sağlam çıkabiliyorsanız, neden, fazladan bir suretinizin ortaya çıkmasının öldüğünüz anlamına geldiğini düşünesiniz ki? Elbette sizden birden fazla olması, varlığınızın tamamen sona erdiği anlamına gelemez.

Bu sorunu ele alırken bir filozof ilk olarak ‘ayırt edilemeyenlerin özdeşliği’ ilkesine başvurabilir. Bu ilkeye göre, eğer iki nesne aslında bir ve aynı özdeş nesne ise, tüm özellikleri aynı olmalıdır. Örneğin, sabah yıldızı ve akşam yıldızı özdeştir çünkü her iki isim de aynı şeye işaret eder: Venüs gezegenine.

Bir diğer ilke de ‘sayısal özdeşliğin geçişliliği’dir. Bu, sezgisel olarak açık olan bir şeyden yola çıkar ve ‘özdeş olma’ ilişkisini aktarır. Eğer mevcut İngiltere kralı, II. Elizabeth’in en büyük oğlu ile özdeşse ve II. Elizabeth’in en büyük oğlu Charles Mountbatten-Windsor ile özdeşse o zaman mevcut kral, Charles Mountbatten-Windsor ile özdeştir.

Bu ilkeleri Parfit’in fizyonuna uygulayalım. Birinin, ki ona Ayşe diyelim, iki özdeş kopyaya bölündüğünü varsayalım ve bunlara Solak ve Sağlak sıfatlarını verelim. Bölünme öncesi kişi olan Ayşe, Solak’la mı, Sağlak’la mı, her ikisiyle mi özdeştir; yoksa hiçbiriyle özdeş değil midir? Eğer hem Solak hem de Sağlak, Ayşe’nin anılarını paylaşıyor ve kendilerini içten içe Ayşe gibi hissediyorlarsa o zaman bu kişilerin Ayşe ile psikolojik devamlılıkları vardır. Bu kimlik anlayışına göre, her ikisi de Ayşe ile özdeştir. Ancak sorun şu ki bunlar birbirleriyle özdeş değillerdir. Farklı uzamsal konumları işgal ederler, farklı bilinç akışlarına sahiptirler ve bu nedenle herhangi bir ölçüte göre, farklı kişilerdir.

Yukarıdaki ilkelerimize dönecek olursak, Solak ve Sağlak birbirinden ayırt edilebilirler; dolayısıyla özdeş değillerdir. Bu da Ayşe’nin, özdeşliğin geçişliliği ilkesini ihlal etmeden ikisiyle de özdeş olamayacağı anlamına gelir. Eğer Ayşe ne Solak ne de Sağlak ile özdeş ise ve Ayşe bölündükten sonra geriye kalan tek şey Solak ve Sağlak ise o zaman Ayşe artık var değildir. Bu nedenle bazı filozoflar bölünmenin ölüm anlamına geldiğine inanmaktadır.

İlgili konu: Ölüm hakkında bildiğimiz 10 şey: Ölümünüz hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorsanız, bunu bir sürpriz kaçıran uyarısı olarak kabul edin!

Tüm bunlar kulağa çok soyut ve varsayımsal gelebilir; ancak Çoklu Dünyalar yorumu doğruysa Parfit’in fizyon fikri, filozoflar bunu düşünmek için var olmadan çok önce gerçekliğin bir parçasıydı diyebiliriz. Fizikçi Sean Carroll’ın “Something Deeply Hidden” (2019) adlı kitabında şöyle söylüyor:

“Bir insanın yaşam süresi, bölünen bir amip gibi tek bir yörüngeden ziyade, herhangi bir zamanda birden fazla bireyin bulunduğu dallanan bir ağaç olarak düşünülmelidir.”

İyi de insanın filogenetik bir ağaç gibi düşünülmesi gerektiği fikrinden ne anlamalıyız? Birbirlerinden sonsuza dek ayrılan ama ortak bir atayı paylaşan bir dizi insandan söz edebilir miyiz? Kişisel kimlik anlayışımız için ortaya çıkan bu tip felsefi sorunlar gerçekten de oldukça zorlayıcıdır.

Birçok dünyadan oluşan bir evrenin ortaya çıkardığı bir diğer çetrefilli sorun da ahlaki sorumluluktur. 3 Çoğu sıradan insanın doğru eylem hakkındaki ahlaki anlayışları tekil bir evrende yaşadığımız varsayımı altında şekillenmiştir. Ancak Everett haklıysa ve bir kuantum çoklu evreninde yaşıyorsak bu ahlaki sorumluluk fikrini yeniden düşünmemiz gerekebilir.

Örneğin bir bireyin işlediği bir suçtan ya da yaptığı bir iyilikten ahlaki olarak sorumlu olduğunu söylediğimizde o kişinin; irade, eylemleri üzerinde kontrol ve sonuçların farkında olma gibi nitelikleri olduğunu söylemiş oluruz. Böylece birey, yaptığı şey kötü ise suçlanmayı veya kınanmayı, iyi ise övülmeyi ve takdir edilmeyi hak eder.

Farkında olalım ya da olmayalım, ahlaki sorumluluğa ilişkin yargılarımız belirli koşullara dayanır. Sorumlu tutulan kişi, eylemi gerçekleştiren kişi ile tamamen aynı kişidir ve eylemi özgürce gerçekleştirmiştir.

Bu koşulların neden önemli olduğunu anlamak için tek bir olayın iki versiyonunu ele alalım:

Anneannem torununun bizim evimizde düzenlenen bir doğum günü partisinde yere düşüyor ve yaralanıyor. Yaşanan dünyanın bir versiyonunda ben ayağım kayarak anneannemin üzerine düşüyorum. Diğer dünyada ise anneannemi, doğum günü pastasının son parçasını yediği için sinirlenerek öfkeyle itip düşürüyorum.

Her iki durumda da anneannemin yaralanmasından nedensel olarak ben sorumluyum. Ancak yalnızca ikinci durumda ahlaki olarak sorumlu tutulabilirim; zira eğer bu bir kazaysa irademden ya da iradem doğrultusunda özgür ve kasıtlı eylemden uzak gerçekleşmiştir.

Sorun şu ki Çoklu Dünyalar determinist bir teoridir ve determinizm, hepsi olmasa da birçok filozof tarafından gerçek özgürlükle bağdaşmaz olarak kabul edilir. Çoklu evren boyunca, olabilecek her şey olur; her dalın doğması kaçınılmazdır. Eğer durum buysa hangi eylemleri yapacağımızı seçme özgürlüğüne sahip olduğumuzu hissetsek bile bu aslında bir yanılsama olabilir. Birisi kafama silah dayasa ve istediği şeyi yapmazsam beni öldüreceğini söylese anneannemi itmekten ahlaki olarak sorumlu olduğumu düşünmeyiz. Benzer şekilde, eğer tüm eylemlerim kuantum mekaniği yasaları gibi benim kontrolüm dışındaki fiziksel güçler tarafından belirleniyorsa o zaman bunlar için beni cezalandırmak oldukça adaletsiz olacaktır.

Özgürlüğün yanı sıra, kişisel kimlik de ahlaki sorumluluk için gereklidir. Bir şeyi yapan ya da o şey için bir başkasını zorlayan ben olmadığım sürece o şeyden sorumlu tutulamam. Bana çok benzeyen biri, örneğin tek yumurta ikizim, anneannemizi itmişse sırf gerçek suçluya benzediğim için benim cezalandırılmam son derece ahlaksızca olacaktır. Sorumluluğun bana ait olabilmesi için eylemin benim tarafımdan gerçekleştirilmiş olması gerekir. Bu nedenle, geçmiş versiyonlarım da dâhil olmak üzere, diğer versiyonlarımın sadece bana benzeyen insanlar değil, kendim olup olmadıklarını kesin olarak tespit etmek son derece önemlidir. Eğer bunu yapamazsak o zaman ahlaki sorumluluk kavramı ve onunla birlikte gelen her şey parmaklarımızın arasından kayıp gidecektir.

Çoklu Dünyalar yorumu, her şeye gücü yeten bir yaratıcı fikrine bağlı dindarlar için de muammalar yaratmaktadır. Özellikle, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve iyiliksever bir tanrının varlığına karşı en eski ve en sık atıfta bulunulan argüman olan ‘kötülük problemini’ büyütme tehdidinde bulunmaktadır. Kötülük sorunu çoklu evrende yaşıyor olsak da olmasak da mevcuttur; ancak Everett kuantum denklemlerinin nasıl yorumlanacağı konusunda haklıysa sorunun çok daha vahim olduğuna inanmamak elde değildir.

İlgili konu: Kötülük problemi nedir?

Daha önce de gördüğümüz gibi, Çoklu Dünyalar yorumu, her biri geçmişimin bazı kısımlarını paylaşan; ama ne bugünüme ne de geleceğime dâhil olan birden fazla versiyonum olduğunu iddia ediyor. Tüm bu insanlar arasında, mümkün olan en kötü hayatımda yaşayan en az bir kişi olmalı ve çok daha kötü hayatlar yaşayan sayısız kişi daha olmalıdır. Başka bir deyişle, Everettçi çoklu evrende tekil bir evrende olduğundan çok daha fazla acı vardır. Dahası, hangi geleceğin ve hangi versiyonumuzun buna katlanmak zorunda kalacağını bilmesek bile, acı her birimizin geleceğinde olacaktır.

Bu sorunu dindar inananlara sunduğumuzda, çoğu bunu tersine çevirmek istiyor. 4 Çoklu Dünyalarda çok daha fazla acı olsa da buna karşılık daha fazla iyilik olduğunu savunuyorlar. Her acı çeken versiyonum için, hayatımın en iyi versiyonunu yaşayan en az bir kişi ve iyi versiyonlarını yaşayan çok daha fazla kişi var. O hâlde, iyilik ve kötülüklerin dağılımı Everettçi olmayan fiziğin tanımladığı dünyadan çok da farklı değildir ve kötülük sorunu eskisinden daha büyük değildir. Belki de Tanrı inancı, o kadar da sorunlu bir fikir değildir.

Bu yanıtın başarısız olduğunu düşünüyorum ve nedenim teologların Tanrı’nın eşit derecede önemli iki tanımı arasında yaptıkları ortak bir ayrıma dayanıyor. Yani, bir yanda evrendeki bütün varlığın sağlayıcısı olarak Tanrı ile diğer yanda tek tek insanların sevgi dolu yaratıcı olarak Tanrı arasındaki ayrım. Tanrı’nın sadece dünyayı harekete geçiren ve sonra nasıl geliştiğini umursamadan geri çekilen güçlü ama büyük ölçüde mevcut bulunmayan bir yaratıcı olması gerekmez. Çok az insan sıradan yaşamlarının küçük, samimi ayrıntılarıyla ilgilenmeyen ve kişisel olmayan bir güce tapacaktır. Tanrı’nın aynı zamanda her bir yaratıkla derinden ve kişisel olarak ilgilenmesi beklenir; zira onların acıları önemlidir. Eğer dindar inananlar böyle düşünmeseydi o zaman dua anlamsız ve ibadet değersiz olurdu.

Tanrı benim korkunç hayatlar yaşayan pek çok versiyonumun fazladan acı çekmesini durdurmak istemelidir. Bu, mutlu hayatlar yaşayan Ömer’lerin sayısının aynı olmaması anlamına gelse bile… Neden? Çünkü neşe ve acı ahlaki açıdan eşit değildir. Başka bir kişinin acı çekmesini önlemek için bir kişinin neşesini, zevkini veya mutluluğunu kısıtlamak arasında seçim yapmak zorunda kalsaydınız, acıyı durdurmanın her zaman öncelikli olması gerektiğini bilirdiniz. Bu nedenle şiddet içeren cinsel suçları cezalandırırız; kurbanın çektiği acı ve uğradığı travma, ahlaki açıdan, herhangi bir saldırganın zevk almasından çok daha önemlidir.

Bir Tanrı’nın, erdemli, neşeli ve tatmin edici yaşamların tadını çıkarabilen her bir kişinin farklı versiyonlarının sayısını büyük ölçüde artıran bir evren tasarlamayı nasıl seçebileceği anlaşılabilir. Yine de her bir yaratığı seven bir yaratıcı olarak, Tanrı’nın her bir insanın en az bir versiyonunun hayatlarının mümkün olan en kötü yinelemesini yaşadığı bir gerçeklik yaratması düşünülemez. Ivan Karamazov’un sık sık atıfta bulunulan sözleriyle, masum bir çocuğun bir başkası ya da bir şey uğruna büyük acılar çekmesine izin veren bir dünya, içinde yaşamak istemememiz gereken bir dünyadır.

Tekil bir evrende yaşıyor olsak bile, kötülük sorunu Tanrı’nın varlığını kabul edemememin en önemli nedenidir. Eğer hayal edebileceğimin çok ötesinde acıların yaşandığı pek çok dünya varsa bu benim inancımı daha da derinleştirir.

Yani, eğer Everettçi çoklu evren gerçekse bölünen amipler gibi sürekli bölünen benlikler olarak var oluruz, ahlak hakkındaki düşüncelerimiz altüst olur ve tüm bunları denetleyen bir Tanrı’nın neden var olmadığına dair ikna edici argümanlar ortaya çıkar.

Ayrıca bir tür kimlik kriziyle baş başa kalıyoruz. Anbean ‘hayatta kalıp kalmadığımız’, bölünmenin bir tür ölüm olup olmadığı bile belli değil. Bunu kişisel olarak nasıl anlamlandırabilirim? Buna dönük bir çözüm, kim olduğumuzun kendi dokumamız olan bir anlatı ipliği tarafından belirlendiği fikridir. Bu görüşe göre, kim olduğum, hafıza, arzu, duygu, deneyim ve bedenlenme ile şekillenen kendi içsel benlik algımdan ne daha fazla ne de daha azdır. Bu görüşe göre, benim kopyalarımın olup olmaması önemli değildir ve bu kopyaların hangi felsefi ilkeleri ihlal edebileceğini umursamamalıyım. Önemli olan tek şey kim olduğuma benim karar vermemdir ve bu da tamamen özneldir, nesnel değil…

Bunun anlamı, insanoğlunun bir özünün olduğu değil, bizim, bizi sevenler tarafından yeniden yeniden anlatılan hikâyeler toplamı olduğumuzdur. Bizler, kıyıları derinliklerimizde toplanan hikâyelerin tortularıyla şekillenen, her daim akışkan nehirleriz.

Son dönem filozoflarından Daniel Dennett de benzer bir görüşe sahipti. Ona göre benlik bir ağırlık merkezi gibidir, teorik fizikçilerin ve sıradan insanların dünyayı anlamlandırmak için inşa ettikleri bir kurgudur. Dennett’e göre sahip olduğumuz tek şey, sürekli değişim hâlinde olan otobiyografik bir iplikle birbirine bağlanmış, evrim geçiren kimliklerdir. Benlik soyut bir kurgudur; gerçekte var değildir.

Bu aynı zamanda, görünüşte imkansız bir ikilemde kalırsanız, pastanızı alıp yemenin de bir yolu olduğu anlamına gelir. Ben bu evrendeki yeni ışık kaynağına yönelmeye karar verdim; ama başka bir Ömer’in de karanlıkta beliren ışık demetine yöneldiğini düşünmek hoşuma gidiyor. Everett’in çoklu evreninde, önümüzde sonsuz sayıda gelecek var. Bazı geleceklerimizin acı içerdiğini bilmemize rağmen, belki de orada bir yerlerde en azından bir versiyonumuzun mümkün olan en iyi hayatı yaşadığı fikriyle rahatlayabiliriz.

Son olarak, Çoklu Dünyalar farklı tarihsel bağlamlarda yazılmış ve Evren’in farklı metafizik anlayışlarıyla şekillenmiş dinî fikirleri terk etmemiz için bizi yüreklendirebilir. Belki de Tanrı diye bir şey yoktur. Bunun bizi soğuk ve anlamsız bir kozmosla baş başa bırakmak yerine, kendi anlam sistemlerimizi yaratmamız için bize radikal bir özerklik tanıdığını düşünüyorum. Neyin önemli, neyin iyi ve değerli olduğuna karar vermek bize kalmış.

Sonunda hangi çözüme ulaşırsak ulaşalım, kuantum mekaniğinin bu radikal ve akıl almaz derecede tuhaf yorumunun kendimiz, Evren ve Tanrı’nın varlığı hakkında büyük soruları gündeme getirdiği açıktır. Ben kendi adıma kuantum fiziğinin bizi nereye götüreceğini görmek için sabırsızlanıyorum. Sonunda nereye varırsak varalım, bu kesinlikle çılgın bir yolculuk olacak.

Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım

KAYNAKÇA

  1. Everett, H. (1957), “On the Foundations of Quantum Mechanics,” short thesis as defended. UC Irvine, Libraries, Special Collections. – (-), -. http://hdl.handle.net/10575/1230
  2. Johansson, J. (2010), Parfit on fission. Philosophical Studies: An International Journal for Philosophy in the Analytic Tradition. 150 (1), 21-35. https://www.jstor.org/stable/40783322
  3. Qureshi-Hurst, E. (2024), Many Worlds and Moral Responsibility. Theology and Science. 22 (3), 456–473. https://doi.org/10.1080/14746700.2024.2359187
  4. Qureshi-Hurst, E. (2023), THE MANY WORRIES OF MANY WORLDS. Zygon. 58 (1), 225-245. https://doi.org/10.1111/zygo.12868
BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...