Bilgisayarlar ya da daha genel ifadeyle makineler düşünebilir mi?
Düşünmek mi? Daha neler… Bilgisayarlar aslında, hiçbir şey yapamaz. Bir bilgisayar örneğin yazı yazamaz ya da satranç oynayamaz. Hatta bilgisayarlar matematiksel hesaplamaları bile yapamaz. Tabii ki bilgisayarların sergilediği bu beceriksizlik bizim onlarla oynayamayacağımız ya da onları yaratıcı fikirlerimizi sınamak, üretim yapmak veya problem çözmek için kullanamayacağımız anlamına gelmiyor. Özellikle yeni nesil gelişkin yapay zekâ modellerini sanatta, bilimde, sanayide, savaşta v.s. türlü alanlarda kullanıyoruz. Bu yeni nesil yapay zekâ modellerinin dönüştürücü niteliği ile çeşitli getirilerini kabul etmenin yanında taşıdığı potansiyel tehlikeleri de göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Ancak özellikle potansiyel tehlikeleri ütopik kaos varsayımcılarının düzmece iddialarına dayandırmaktan da kaçınmalıyız.
Kendi icadımız olan bu makinelerin gerçekten şey‘lere anlam verebilecekleri, düşünebilecekleri ve hissedebilecekleri ya da şimdi değilse bile ileride bir gün yapay gözlerini açarak nihayet kendilerine ait parlak bir dünya görebilecekleri düşüncesini ciddiye almamıza yol açan şey nedir ki? Bu ciddiyeti sağlayan unsurlardan biri, artık kontrolümüzün dışında geliştiğini düşündüğümüz yapay zekâ algısı olabilir. Hızlı, dağıtık ve yüksek ölçüde karmaşık olan bu teknolojiyi anlamak ne kadar zorsa bu teknolojinin bizim üzerimizde bir güce sahip olduğunu ya da olacağını düşünmek de bir o kadar cazip gelir.
Ancak bu durum insanlık için yeni bir şey değildir. Teknolojinin hikâyesi tarih öncesinden günümüze kadarki süreçte her zaman kendi yaptığımız araçlar ve sistemler tarafından nasıl yönlendirildiğimiz üzerine odaklanmıştır. Yürüyerek aşındırıp oluşturduğumuz patikaları bir düşünün. Her alete karşılık gelen bir alışkanlık, yani otomatikleşmiş bir hareket ve oluş biçimi vardır. Basit kurşun kalemden matbaaya ve internete kadar bütün insani etkinliğimiz, yapabileceğimiz hemen her şeyi farklılaştıran ve böylece bunların bizi yönetiyor ve kontrol ediyormuş gibi görünmesine yol açan sosyal ve teknolojik alanların yaratılmasıyla varolur.
Araç kullanımı ve teknoloji aracılığıyla dünyalarımızın kültürel dönüşümünü sağlamak ve kendimizi üretme ve yeniden oluşturma biçimlerimizi anlamak başka şeydir, bizim tarafımızdan işe koşulan dilsiz materyali gizemli gibi göstermek başka şeydir. Kalemlerin, ayakkabıların, çakmakların, haritaların ya da hesap makinelerinin içinde bir akıl varsa bu onların kullanıcılarının ve mucitlerinin aklıdır. Dijital ürünler de bunlardan farklı değildir.
Zekâsı bizim icadımız olan makinelere teslim olma eğilimimizin başka bir nedeni daha var ve ben burada buna odaklanacağım: Bazı bilim insanlarının, insan ve diğer hayvanların bilişsel yaşamına dair oldukça basit olarak tanımlanabilecek bir tabloyu kabul etme eğilimi. Bu bilim insanları insan etkinliğine, insani beceriye ve insanın bilişsel başarısına ilişkin tek taraflı, hatta bayağı kavramlara kontrolsüzce bel bağlıyorlar. Zihnin iş gören basite indirgenmiş hâlini ikâme etmek bu hokkabazlıktaki belirleyici hamledir.
Bilim insanlarının unutmuş göründüğü şey, insan hayvanının bir huzursuzluk varlığı olduğudur. 20. yüzyılın ortalarında yaşayan filozof Hans Jonas bu durumu şöyle açıklamıştır:
“Huzursuzluk, bir dünyaya sahip olmanın mayası, hatta tohumudur.”
İnsanın varoluşunun giyindiği ayakkabının içinde her zaman bir çakıl taşı vardır. Bu çakıl taşı bizi harekete geçiren, dönüştüren, kendimizi yeniden yapılandırmaya, işleri farklı şekilde yapmaya yönelten şeydir ve ancak böylece yolumuza devam edebiliriz. Endişemizin kaynağı rahatsızlık ve şaşırmışlıktır. Rahatsızlığın olmadığı yerde hiçbir şey yoktur; dil yoktur, oyun yoktur, hedef yoktur, görev yoktur, dünya yoktur, dikkat yoktur ve dolayısıyla, evet, bilinç yoktur.
Makineler düşünebilir mi?
Turing bu sorunu ‘üzerinde tartışmayı hak etmeyecek kadar anlamsız’ bularak kabul etmemiştir. Turing, düşünebilen bir makine yapmaya çalışmak yerine, bir düşünenin makul bir kopyası sayılabilecek bir makine tasarlamayı tercih etmiştir. Turing’in çalışmalarının her yerinde vurgu taklide, yerine koymaya ve ikâme etmeye yöneliktir.
Bir Turing makinesi, informel hesaplama fikrinin formel bir örneğidir; yani, bazı problemlerin bir formül veya algoritma takip edilerek ‘mekanik’ olarak çözülebileceği fikridir. Turing, bu bilindik fikri kendi analojisiyle değiştirmemizi önermiştir. Belirli bir işlemin Turing tarafından hesaplanabilir olup olmadığı matematiksel bir sorundur ve Turing bu soruyu yanıtlamak için formel araçlar geliştirmiştir. Ancak Turing hesaplanabilirliğinin, sezgisel olarak anladığımız şekliyle hesaplamanın özünü yakalamaya hizmet edip etmediği ve bu nedenle bu değişime gitmenin iyi bir fikir olup olmadığı, matematiğin karar verebileceği sorunlar değildir. Gerçekten de muhtemelen ‘tartışmayı hak etmeyecek kadar anlamsız’ oldukları için Turing bu meseleleri filozoflara bırakmıştır.
Turing bu felsefe karşıtı ruhla, “Makineler düşünebilir mi?” şeklindeki anlamsız soruyu, “Makineler Turing testini geçebilir mi?” şeklindeki deneysel olarak yanıtlanabilir soruyla değiştirmeyi amaçlamıştır. Bu fikri anlamak için Turing’in Taklit Oyunu adını verdiği teste bakmamız gerekiyor.
Oyun bir erkek, bir kadın ve cinsiyeti önemli olmayan bir kişi biçiminde üç oyuncu tarafından oynanır. Her kişinin oyun içinde ayrı bir görevi vardır. Cinsiyeti belirtilmeyen oyuncu, yani sorgulayıcı, diğer ikisinden hangisinin erkek, hangisinin kadın olduğunu bulmakla görevlidir. Kadının görevi sorgucuya yardım etmek; erkeğin görevi ise sorgucunun yanlış seçim yapmasına yol açarak onu yanıltmaktır.
Buradaki amaç, bir oyuncunun yerine bir makine koymanın başarı oranı üzerinde herhangi bir etkisi olup olmadığını araştırmaktır.
Bu eğlenceli bir yetişkin oyunu olabilirdi; ama Turing bunun çok kolay olacağından çekiniyordu. Cinsiyet deneylerinin sıradanlaştığı günümüzde bile, çoğu durumda insanları dış görünüşlerine bakarak cinsiyetlerine göre ayırmak o kadar da zor olmayacaktır. Bu nedenle Turing, sorgulayıcıyı bir odada izole etmeyi ve diğerlerine erişimini sadece soru sormakla sınırlandırmayı denemiştir.
“Ses tonunun sorgulayıcıya yardımcı olmaması için cevaplar yazılı olmalı ya da daha iyisi daktilo ile yazılmalıdır. İdeal yöntem, iki oda arasında iletişim kuran bir yazıcıya sahip olmaktır.”
Turing bu oyunun bize makine zekâsı hakkında ne öğretebileceğini şöyle açıklamıştır:
Şimdi şu soruyu soruyoruz: “Bir makine bu oyunda [adamın] rolünü aldığında ne olacak? Sorgulayıcı, oyun bu şekilde oynandığında, oyun bir erkek ve bir kadın arasında oynandığında olduğu kadar hatalı karar verecek mi?” Bu sorular bizim asıl sorumuz olan “Makineler düşünebilir mi?” sorusunun yerini almaktadır.
Sorgulayıcının amacı bilgisayarı saf dışı bırakmak değildir; insan oyuncuları şu ya da bu cinsiyete sahip olarak saf dışı bırakmaktır. Ancak Turing’in ve oyunun amacı, oyunculardan birinin yerine bir makine koymanın sorgulayıcının başarı oranı üzerinde herhangi bir etkisi olup olmadığını araştırmaktır. İşte bu son soru, yani sonuçlar üzerinde bir etkisi olup olmadığı sorusu, Turing tarafından makinelerin düşünüp düşünemeyeceği gibi ‘anlamsız’ bir soruya karşılık olarak önerilmiştir.
Turing, düşünmenin ne olduğunu tartışmak yerine, makinelerin insanlarla anlamlı bir iletişim içine girebilecekleri ve bu iletişime katılabilecekleri bir senaryo öngörmektedir. Bunu yapabilmeleri, düşünebildiklerini ya da hissedebildiklerini, bizim zihinlerimiz gibi zihinlere sahip olduklarını gösterir mi? Turing’e göre bunlar kesinlikle sorulmaması gereken sorulardır. Makinelerin gün geçtikte bu oyunda daha iyi olacağını söyleyen Turing yüzyılın sonunda durumun şu hâle geleceğini ifade etmiştir:
“Yüzyılımızın sonunda genel kanı öylesine değişmiş olacak ki herkes düşünen makinelerden söz edilebilecek.”
Turing’in felsefeye karşı görünürdeki karşıtlığına rağmen, onu kritik bir felsefi kavrayışı yakalamış olarak okumak mümkündür. Sıradan insani ilişkilerimizde bile bu işlevi yerine getirmezken neden makinelerin bizim için düşünebileceği görüşünü kabul edelim ki? Hiçbirimiz hayatımızda etrafımızdaki insanların gerçekten düşündüğünü ya da hissettiğini keşfetmiş ya da kanıtlamış değiliz. Bunu sadece doğal kabul ediyoruz. Ve bu gözlem, onun kendi görev anlayışını harekete geçiriyor: Makinelerin düşünebildiğini kanıtlamak değil; daha ziyade onları hayatlarımıza entegre etmek, böylece sorunun gerçekte ortadan kalkması veya kendi kendini yanıtlaması…
Ancak Turing’in tüm yerine koyma ve ikâme yöntemlerinin göründüğü kadar basit olmadığı ortaya çıkmıştır. Hatta bunladan bazıları düpedüz yanıltıcıdır.
İlk olarak, Turing’in konuşmanın yerine yazılı mesajların kullanılması fikrini ele alalım. Turing bunun oyunu zorlaştırmak için olduğunu öne sürüyor. Ancak konuşma yerine metnin ikâme edilmesinin tamamen farklı bir etkisi vardır: Makinelerin oyuna katılabileceği gibi saçma bir öneriye bir nebze olsun inandırıcılık kazandırmak. Bunu anlamak için, bir Turing makinesinin matematikte formel sistem olarak adlandırılan şeyin ta kendisi olduğunu hatırlayalım. Formel sistemde, sonlu bir alfabe ve alfabenin öğelerini daha karmaşık ifadeler şeklinde birleştirmek için sonlu bir dizi kural vardır. Sistemi formel yapan şey, kelime dağarcığının yalnızca fiziksel özellikler açısından belirtilmesi ve kuralların yalnızca bu fiziksel, yani formel özellikler açısından çerçevelenmesi gerektiğidir. İşin can alıcı noktası burasıdır: Girdileri ve çıktıları, yani kelime dağarcığını formel olarak belirleyemediğiniz sürece bir Turing makinesi tarafından hesaplanabilir bir fonksiyon tanımlayamazsınız.
Daha da önemli olanı da şudur ki insanların kullandığı dilin girdilerini ve çıktılarını formel olarak belirlemek mümkün değildir. Konuşma, her zaman başkalarıyla birlikte, bağlam içinde ve ihtiyaçların, duyguların, arzuların, hedeflerin ve sınırlamaların arka planında ortaya çıkan bir edimdir. Konuşma etkindir, hislidir ve doğaçlamadır. Bugünlerde klavyenin egemenliği altında o kadar evimizdeyiz ki metnin dilin bedensel gerçekliğini nasıl geri plana attığını ve hatta ortadan kaldırdığını fark edemiyoruz bile.
Konuşma formel olarak belirlenebilir olmasa da metin, belirlenebilirdir. Dolayısıyla metin, gerçek insan iletişiminin hesaplama açısından izlenebilir bir kopyası olarak hizmet görebilir. Turing, oyunu zorlaştırmak adına oyuncular arasındaki tüm iletişimi klavye üzerinden gerçekleştirir.
Ancak Turing’in argümanındaki tek numara konuşma yerine metin-mesajın ikâme edilmesi değildir. Diğeri daha da gizlice devreye sokulmuştur. Bu, anlamlı insani ilişkilerin yerine örtülü bir şekilde oyunların ikâme edilmesidir.
Sorun, Turing’in oyunun ne olduğuna dair taraflı ve çarpıtılmış bir anlayışı kabul etmesidir. Hesaplama perspektifinden bakıldığında, oyunlar anlaşılabilirliğin berrak yapılarıdır, kuralların yapabileceklerinizi kısıtladığı ve kesin değerlerin (puanlar, skorlar) ve belirlenmiş başarı ve başarısızlık kriterlerinin (kazanmak ve kaybetmek) açıkça belirtildiği sanal dünyalardır.
Ancak netlik, kuralcılık ve şeffaflık bize oyunun ne olduğunun sadece bir yönünü verir. Her nasılsa Turing ve ardılları oyunların aynı zamanda birer yarışma olduğunu göz ardı etmeye meyillidirler; bunlar birer kanıtlama alanıdır. Teste tabi tutulan, sınırlılıkları açığa çıkan ya da güçlerinin yanı sıra zaafları da oyun alanında sergilenen bizlerizdir. Satranç oynayan bir çocuk midesi bulanacak kadar yüksek kaygı duyabilir. Bu içgüdüsel dışavurum, tesadüfi bir epifenomen, oyun için temel değeri olmayan bir dışsal unsur değildir. Evet, kusmanın olmadığı oyunlar, insani oyunlar olarak tanınamaz.
Buradan çıkarılacak sonuç şudur: İnsanlar, eylemleri belirli bir standarda ya da norma uyan eyleyiciler (oyun oynayan oyuncuları) değildir. Bizler, eylemleri her zaman en azından potansiyel olarak mücadele alanında gerçekleşen faillerizdir. İkinci dereceden düşünme ve eleştiri edimleri birinci dereceden performansın kendisine aittir. Bunlar iç içe geçmiştir ve bunun sonucu olarak, eylemin kendisinin salt uygulamasından, eylemin karşı koyduğu, yavaşlattığı, engellediği ve karıştırdığı tüm yolları asla hesaba katamazsınız. Örneğin piyano çalmak; makine ile savaşmak, ona karşı mücadele etmek demektir.
Piyano belirli bir müzik kültürünün ve onun değerlerinin inşası ve detaylandırılmasıdır. Müzikal olarak okunabilir, anlaşılabilir, erişilebilir ve mümkün olana dair bir kavrayış yerleştirir. Yaklaşık 12 bin parça ahşap, çelik, keçe ve telden oluşan bir makine olan piyano, tonların tuş vuruşlarının eseri olduğu ve aralıkların, gamların ve armonik olasılıkların makinenin tasarımı ve üretimi tarafından kontrol edildiği yarı-dijital bir sistemdir.
Piyano icat edildi elbette, ama sizin ya da benim tarafımızdan değil. Biz onunla karşılaştık sadece. O bizi önceden var etti ve bizden teslimiyetimizi talep etti. Çalmayı öğrenmek demek; kişinin duruşunu, ellerini, parmaklarını, bacaklarını ve ayaklarını piyanonun mekanik gerekliliklerine uydurması demektir. Piyano klavyesinin yönetiminde bizden piyano çalmamız, yani makinenin bir uzantısı olmamız istenir.
Ama olamayız. Ve olmayacağız da. Çalmayı öğrenmek demek; makineyi ele geçirmek, insanlık için mücadele etmek demektir. Bu gerçek, üretken bir şeydir. Bu durumdan sanat denen etkinliği yaratmış oluyoruz.
Müzikal icadın hammaddesini sağlayan, icracının makineyle ve makinenin dayattığı kültür ve gelenekle olan gerilimli ilişkisidir. Müzik ve oyun bu dolaşıklık içinde gerçekleşir. Piyanoda ustalaşmak, sadece makinenin taleplerine uymak demek değildir. Aksine, geri itmek, hayır demek, makineye karşı duruş sergilemektir. Bu şekilde piyano yalnızca bir alışkanlık ve kontrol aracı değil, daha ziyade bir eylem ve ifade fırsatı hâline gelir.
Piyanoda olduğu gibi, insan kültürel yaşamının tamamında da bu böyledir. İktidar ve direniş arasındaki dolaşıklığın içinde yaşıyoruz. Karşı koyuyoruz!
Dili düşünelim. Sadece konuşmuyoruz; kuralları olduğu gibi, körü körüne takip ediyoruz. Her zaman, kaçınılmaz olarak ve en başından itibaren, konuşmanın ne kadar zor olduğunu, birbirimizi yanlış anlamaya ne kadar yatkın olduğumuzu kabul etmek zorunda bırakılıyoruz. Konuşmak, neredeyse kaçınılmaz olarak, kelime seçimini sorgulamak, yeniden formüle etmeyi, tekrarlamayı ve tamamlamayı talep etmektir. “Ne demek istiyorsunuz?”, “Bunu nasıl söyleyebilirsiniz?” Bu şekilde konuşmak, en başından itibaren ve temel biçimlerinden biri olarak, konuşma biçimimizi değiştiren eleştiri ve konuşma üzerine düşünme çalışmalarını içinde barındırır. Akışta olduğu gibi hareket etmeyiz. Akış bizden kaçar ve onun yerine çabalamayı, tartışmayı ve müzakereyi biliriz. Böylece dili kullanırken değiştiririz; dil budur, bir tutma ve bırakma yeri, katılım ve eleştiri, bir süreç.
Dili, piyanoyu ve oyunları göz önünde tutarsak ve dolaşıklık dediğim şeyi gözden kaçırmazsak o zaman yapay zekâ tartışmasının, düşünmeden, insan becerisi ve bilişsel yaşamının tek taraflı bir basitleştirmesini varsayma eğiliminde olduğu açıkça ortaya çıkar. Sanki konuşmak kuralların doğrudan uygulanmasıymış ya da piyano çalmak sadece kullanma kılavuzunda belirtilenleri yapmaktan ibaretmiş gibi… Dili kullanan insanların aynı zamanda konuşmanın sorunlarıyla etkin bir şekilde mücadele etmediğini düşünmek, en fazla, insan hayatının dille olan ilişkisinin kabuğu ya da görüntüsü gibi bir şey hayal etmektir. Aslında bu, makinelerin dilini hayal etmek olur.
Bilgisayarlar bizim tasarladığımız oyunları oynamak için kullanılıyor; bizim kaygılarımızın yol açtığı boşluklarda hamleler yapmak üzere tasarlanıyor. Bilgisayarladın kendi kaygıları yoktur ve bilgisayarlar yeni oyunlar yaratmaz, yeni bir dil icat etmez.
İngiliz filozof Collingwood, ressamın resmi, müzisyenin de kendini içinde bulduğu müzik kültürünü icat etmediğini söylemiştir. Collingwood’a göre bu, hiç kimsenin tamamen özerk, Tanrı benzeri bir yaratıcılık kaynağı olamayacağını gösteriyordu. Bizler her zaman bir dereceye kadar dönüştürücü ve tamamlayıcı, en iyi halimizle de kendimizden daha büyük bir şeyin parçalarıyız.
Ancak bu, sadece büyük veri setleri üzerinde eğitilerek, olduğumuz şey (ressam, müzisyen, konuşmacı) hâline geldiğimizi göstermek olarak alınmamalıdır. Bizler deneyim ediniriz. Öğreniriz. Ve bizim için, örneğin bir dil öğrenmek, ‘bir sonraki simgeyi’ üretmeyi öğrenmek değildir. Çalışmayı, oynamayı, yemek yemeyi, sevmeyi, flört etmeyi, dans etmeyi, kavga etmeyi, dua etmeyi, manipüle etmeyi, pazarlık etmeyi, rol yapmayı, icat etmeyi ve düşünmeyi öğrenmektir. Ve en önemlisi, öğrendiklerimizi sadece bünyemize katıp devam etmiyoruz; her zaman bir mücadelenin içinde bulunuyoruz. Değerlerimiz her zaman sorun teşkil ediyor. Bizler sadece kelime üreten varlıklar değiliz; aynı zamanda anlam üreticileriyiz de. Bunu yapmaktan kendimizi alamayız; hiçbir bilgisayar da bunu yapamaz.
Bilgisayarlar elbette düşünemez; zira düşünmek mücadele etmek demektir ve bunu da hiçbir makine yapamaz!
Yazar: Sosyolog Ömer Yıldırım