Arzunun İki Yüzü: Kadın ve Erkek İlişkilerinde Güzelin ve Çirkinin Oyunu
Kadın ve erkek… İnsanın en eski çatışması, en derin ironisi ve en bitmeyen trajedisi. Her şey bu iki varlığın birbirini arayışıyla başlar. Bu arayış bir tamamlanma, bir bütünleşme arzusu gibi görünür, ama Nietzsche’nin gözleriyle baktığınızda bu sadece yanılsamalardan örülü bir dans gibidir. Kadın ve erkek birbirini severken aslında neyi sever? Gerçekten birbirlerini mi, yoksa kendilerini tamamlayacak o hayali ideali mi?
Nietzsche’nin felsefesi bu sorunun ortasına keskin bir bıçak gibi iner. Ona göre, arzu yalnızca bir dürtü değil, iradenin maskeli bir formudur. Kadın ve erkek, arzu ettiklerini düşündükleri şeyde aslında kendilerini aşma, kendi sınırlarını parçalama isteğini ararlar. “Aşk” dedikleri, çoğu zaman bu güç mücadelesinin bir dekorasyonudur. Aşk, çiçeklerle süslenmiş bir savaş alanıdır; maskelerin altındaki yüzleri görebilene kadar.
Kadın, erkeğe baktığında bir tanrı görmeyi ister. Onun gücüne hayranlık duyar, ama aynı zamanda o gücü yutmayı arzular. Erkek ise kadında bir ilham, bir yansıma arar, ama aslında çoğu zaman kendi yüceliğini onaylayacak bir ayna peşindedir. Nietzsche’nin dediği gibi, “Kadın ve erkek birbirini tamamlamak istemez; birbirini aşmak ister.” İşte bu yüzden aşk, en güzel şiirlerle başlar ama çoğu zaman bir savaş çığlığına dönüşür.
Arzunun iki yüzü burada kendini gösterir: güzel ve çirkin. Kadın güzelliğin simgesi olarak görülür, erkek ise güç ve iradenin. Ama bu simgeler çabucak değişir. Güzellik, aşırıya kaçtığında çirkinliğe dönüşür; güç, kendi yükü altında ezildiğinde zayıflığa. Kadın ve erkek, bu dönüşümün farkında olmadan birbirlerinde hem cennet hem cehennemi bulur. Ve çoğu zaman, her iki yüzü de bir ömür boyu anlamadan yaşar.
Nietzsche’ye göre aşk, bir tür illüzyondur. Ama bu, onun reddedilmesi gerektiği anlamına gelmez. Tam tersine, bu illüzyonun farkına varmak, insanın onu daha derinden yaşamasını sağlar. Aşk, insanı güçlü yapar çünkü onu kendi sınırlarının ötesine zorlar. Ama aynı zamanda zayıflatır çünkü ona kendi eksikliğini acımasızca hatırlatır. İşte aşk, tam da bu yüzden güzeldir: hem inşa eder hem yıkar.
Kadın ve erkek arasındaki bu oyunun en çarpıcı yanı, sürekli bir mücadele içinde olmalarıdır. Herkes galip gelmek ister, ama galibiyet hiçbir zaman tam değildir. Çünkü bu savaşta galip olan, aynı zamanda yenilmiştir. Kadın, erkeği fethettiğinde aslında onun gücünden mahrum kalır. Erkek, kadını kontrol ettiğinde aslında onun ilhamını yitirir. Nietzsche’nin gözünden, bu bir trajedidir: “Zafer dediğiniz şey, çoğu zaman sadece kendi yenilginizi alkışlamaktır.”
Peki, kadın ve erkek bu döngüden nasıl kurtulabilir? Belki de cevap, bu oyunun kurallarını değiştirmekte değil, oyunun kendisini aşmaktadır. Kadın ve erkek, birbirlerini birer araç olarak görmekten vazgeçip, kendi içlerindeki güç istencini keşfetmelidir. Birbirlerini tamamlamaktan değil, birlikte yaratmaktan söz edilmelidir.
Nietzsche’nin irade felsefesi burada devreye girer: Gerçek aşk, kendi iradesini keşfetmiş iki insanın, bu iradeyi birlikte şekillendirme cesaretine sahip olmasında yatar. Bu cesaret, maskeleri düşürmeyi gerektirir. Kadın, erkekten bir tanrı yaratmayı bırakmalı; erkek de kadını bir ideal olarak yüceltmekten vazgeçmelidir. Çünkü gerçek aşk, tanrılar ve idealler arasında değil, kusurlu ve kırılgan insanlar arasında yeşerir.
Ama bu cesareti kim gösterebilir? İnsan, kendi hayallerini yıkmaya hazır mıdır? Nietzsche’nin dediği gibi, “Gerçek özgürlük, insanın kendi putlarını yıkmasında yatar.” Kadın ve erkek, birbirlerine duydukları arzunun ötesinde, kendi hakikatlerine ulaşmayı aramalıdır. Ancak o zaman, bu trajik dans bir yaratım senfonisine dönüşebilir.
Ve son bir soru bırakmalı Nietzsche gibi: “Sevdiğiniz kişi gerçekten o mu, yoksa sadece kendi arzularınızın yansıması mı?” Belki de bu soruyu yanıtlamak, aşkı bir illüzyon olmaktan çıkarıp, hakikatin kendisine dönüştürmenin ilk adımıdır.