Ana karakter sendromu: Kendi hayatınızı romantize etmek felsefi açıdan şüphelidir; toksik anlatılara ve gerçekten sevememe sorununa yol açar…
New York’un bakımsız ve kalabalık yollarından birinde araba kullanırken kendimi YouTube‘daki sayısız ‘kötü sürücü’ videosunda görebileceğiniz bir durumun içinde buldum. Kendisinden başka kimsenin trafikteki varlığını umursamayan bir sürücü kendinden emin bir şekilde benim bulunduğum şeride kontrolsüzce geçiş yaptı. Muhtemelen beni YouTube videolarından birinde rol almaktan kurtaracak olan hızlı bir manevrayla oradan sıyrıldım ve kendi kendime şöyle tepki gösterim: “Bu [dııt] kendi [dıııt]’ından başka bir şeyin farkında değil mi?!”
Ben bir felsefeci olduğumdan, az önceki YouTube şöhretiyle yakın temasım beni ‘Ana Karakter Sendromu’ (AKS) veya belki de daha can sıkıcı bir şekilde ‘ana karakter enerjisi’ olarak adlandırılan durumun diğer örneklerini düşünmeye sevk etti.
Klinik bir teşhis değil, daha çok kişinin kendisini başkalarına göre konumlandırmasının bir yolu olan ve bir dizi sosyal medya platformu tarafından popüler hâle getirilen bu sendrom, kişinin hayatını, kendisinin başrolde olduğu ve diğer herkesin en iyi ihtimalle bir yan karakter olarak yer aldığı bir hikâye olarak görme eğilimidir. Yalnızca yıldızın bakış açıları, arzuları, aşkları, nefretleri ve görüşleri önemliyken yardımcı rollerde yer alan diğerlerininki farkındalığın dışına itilir. Herkes rol yaparken ana karakterler eyleme geçer. Ana karakterler ilgi ister ve geri kalanlarımız ona itaat etsek iyi olacaktır!
Muhtemelen bir Ana Karakter ile karşılaşmışsınızdır; hatta belki de buna çevrim içi ya da şahsen tanık olmuşsunuzdur. Bir TikTokçu ve takipçileri, kamusal alanda çekmek istedikleri selfie‘lerini ‘mahveden’ gereksiz figüranları fiziksel olarak oradan uzaklaştırıyor ve ardından şikayetlerini sosyal medyada yayınlıyorlar. Kalabalık bir metroda bir adam, diğer yolcuların sesi biraz kısma taleplerini görmezden gelerek kulaklıksız bir şekilde yüksek sesli bir spor yayını izliyor. Bu basit bir kabalık değil: Ana Karakterlerin dar sınırlarla çevrili dünyasında, geri kalan bizler sadece onların alanlarına izinsiz giren önemsiz hayaletlerizdir.
Satranç taşlarına ya da belki de animatronik figürlere benzer şekilde, sadece Ana Karakterin hikâyesinin ilerleyişi üzerinde bir rolümüz var. Bugünkü tabirle bizler bir bilgisayar oyunundaki oyuncu olmayan karakterleriz (ya da NPC‘ler). NPC, Geleneksel masaüstü oyunlarında bir oyuncu tarafından değil, daha ziyade kodlama tarafından kontrol edilen karakterleri tanımlamak için ortaya çıkan bir terimdir. Video oyunlarında, NPC‘ler bilgisayar tarafından kontrol edilen önceden veya algoritmik olarak belirlenmiş bir dizi davranışa sahip karakterlerdir. NPC‘ler, iradesi ve amacı olan aktörlerden ziyade, Ana Karaktere kişisel arayışında yardımcı olmak, Ana Karakter ile önceden belirlenmiş şekillerde karşılaşmak veya sadece sessiz kalmak için oradadırlar; özetle bir tür dekor veya belki de insan şeklindeki mobilyalar, manzaranın bir parçası olarak var olurlar. NPC‘leri görmenin bir başka yolu da filozof David Chalmers’ın felsefi zombi ya da f-zombi olarak adlandırdığı, fiziksel olarak normal bir insanla aynı olsa da bilinçli deneyime sahip olmayan bir varlığı hayal etmektir. Eğer bir F-zombi gülüyorsa bunun nedeni komik bir şey bulması değildir; davranışları tamamen gerçek (Ana Karakter!) bireyi taklit eder. Ana Karakter kimliğine ikna olmuş biri için geri kalanımız belki de sadece bir sürü zombiden ibaretizdir.
Chalmers’ın f-zombisi zihin ve bilincin doğasıyla ilgili felsefi bir varsayımın parçası olsa da insanları NPC‘ler olarak ele alan felsefeden uzak bu yaklaşım ahlaki açıdan son derece endişe vericidir. Etik ve ahlaki psikoloji alanlarında uzun yıllar ders vermiş ve yazmış biri olarak, açıklamaya ve daha belirgin hale getirmeye çalıştığım temel fikirlerden biri, ahlakın birlikte inşa ettiğimiz bir şey olduğu, kim olduğumuza dair fikirlerimizin birbirimizin katılımını gerektirdiği ve yalnızca birbirimizin ahlaki eylemliliğine değil, aynı zamanda birbirimizin duygusal durumlarına da empatik bir açıklığın ortak yaşam dünyamızın merkezinde yer aldığıdır. Başkalarını tamamen insan olarak görmeli ve kim olduğumuzu, başkalarıyla ve dünyayla ilişkimizde nerede bulunduğumuzu anlamak için birbirimizle ahlaki varlıklar olarak ilişki kurmalıyız.
Ancak Ana Karakter anlatısı tüm bu olasılıkları yadsıyor. Bu anlayış insanların temelde ilişkisel ve birbirine bağlı olduğuna dair görüşler için yıkıcı bir zemin sağlıyor ve insan olmanın iki önemli deneyimi açısından tehdit oluşturuyor. Birincisi başkalarıyla bağlantı kurmak, ikincisi ise sevgi.
Endişelerimin basit bir kuşak çatışması -X kuşağının Z kuşağının bakış açısını yanlış anlaması- vakası olduğu yönündeki itirazlara karşı, AKS’nin tam da geçici bir moda olmadığı ve herhangi bir kuşağın siyasi perspektifi veya sosyal grubuyla sınırlanmadığı için tehlikeli olduğunu öne sürüyorum. Aslında bunun etkisi TikTok‘un çok ötesine uzanıyor ve iş dünyasında, akademide ve otoritenin koridorlarında dahi yer alıyor.
Bir felsefeci ve anlatıcı olarak, benliklerin paylaşılan hikâyeler aracılığıyla birlikte yarattığımız şeyler olduğu görüşünün yılmaz bir destekçisiyim. Anlatı dediğimiz nedir? Kısaca; okunabilen, konuşulabilen, duyulabilen, yazılabilen, görüntülenebilen veya başka bir şekilde ifade edilebilen her şey, sosyal medya da dâhil, anlatıdır. Hikâyeler anlatırken kim olduğumuzu düşünür ve ortaya koyarız; başkalarının hikâyelerini dinlerken onları birey olarak şekillendirmeye ve yaşatmaya yardımcı oluruz. Dolayısıyla hikâyeler dünyayı ve onun içindeki yerimizi nasıl gördüğümüzün temelini oluşturur ve onlar aracılığıyla kendimizi hem kendimiz hem de başkaları için ahlaki açıdan anlaşılabilir kılabiliriz.
İşte tam da bu noktada bir sorunla karşılaşıyoruz. Felsefenin kendi içinde, epistemik olarak güvenilmez ve herhangi bir temel ilkesi olmayan anlatısal bir ahlak görüşüne yönelik eleştirileri bir kenara bırakırsak mevcut konumuzla daha doğrudan ilgili endişeler bulunmaktadır: Sosyal medya bir tür anlatı ise benim gibi anlatısalcılar bunu kendimizi ve dünyayı anlamanın diğer anlatısal yollarıyla aynı gerekçelerle açıklayabilir miyiz? Ve eğer cevap ‘evet’ ise o zaman neden tüm bu zamanı Ana Karakter Sendromu ve onun birçok hikâyesi konusunda endişelenerek geçiriyorum?
Bu sorunun cevabı AKS’nin sunduğu hikâye türleri ile ilgilidir. Bir yandan, ahlak ve kimliğe yönelik anlatı odaklı yaklaşımlar, çok sesliliğin, ortak söylemin ve karşılıklı anlaşılabilirliğin önemini vurgulayarak hem konuşmayı hem de duymayı – paylaşmayı ve benimsemeyi – merkeze alır. Sadece kendi hikâyelerinin değil, insan kimliklerinin temelde karşılıklı bağımlılığını anlamada rehber olarak başkalarının anlatılarının da ahlaki önemine işaret ederler.
Öte yandan, Ana Karakter tarafından örülen anlatıların başkalarının hikâyelerine çok az ilgisi ya da tahammülü vardır; karşılıklı anlaşılabilirliğe hiç önem vermezler. Yalnızca Ana Karakter, onun bakış açısı, hikâyesi ve tek başına kendi benliği önemlidir. Anlatısal benliğin bu versiyonunda yalnızca tekil konuşmacıya ve onun tekil önemdeki öyküsüne yer vardır. Yine de anlatıbilimcilerin sıklıkla belirttiği gibi, tüm anlatılar iyi, arzu edilir ya da desteklenmesi gereken anlatılar değildir.
feminist felsefeci ve biyoetikçi Hilde Lindemann’ın iddia ettiği gibi, bazı anlatılar hem konuşmacının hem de dinleyicilerinin kimliklerine zarar veren ve ortak bir ahlaki evren olasılığını yok eden ahlaki hasar alanları yaratabilir. AKS fenomeninden ortaya çıkan anlatıların tam da bu zarar verici türden olduğunu öne sürüyorum.
AKS yanlış türde hikâyeler sunmaktadır: zararlı, izole edici, tekbenci, ahlak dışı. Ve büyük ölçüde, Ana Karakterin benlik algısının varsayılan üstünlüğü ile başlamaktadır. Ana karakterler kendi zihinlerinde tekil olarak önemli varlıklar olsalar da bu önemin birçok çeşidi vardır. Her zamanki suçludan başlarsak -eğlence ve sosyal medya- kendi doğal ortamlarında sıklıkla bulunabilirler. ‘Ana Karakter’ (main character) hashtag‘i TikTok ve Instagram‘da milyonlarca kez, çoğunlukla olumlu bir şekilde görüntülendi ve #maincharacter on binlerce paylaşıma eşlik etti. Sosyal medyadaki insanlara her gün hayatlarının kahramanı olmanın bu yaşamdaki önemli olan tek şey olduğu fikri satılıyor.
“Her şeyi bırakın ve beni izleyin!”
Uzun vadecilik bu faydacı ahlak anlayışını bir adım öteye taşıyarak, amacının insanlığa yönelik ‘varoluşsal riskler’ tehdidini azaltmak olduğunu savunmaktadır: iklim değişikliği, nükleer savaş, yok edici asteroitler ve uzaydan gelen diğer felaketler, yapay zekânın yol açacağı kötü sonuçların önlenmesi. Uzun vadeciler bu sorumluluğu insanlığın başlıca etik önceliği olarak gelecekteki insanlara yüklemektedir.
Hareketin liderlerinden biri olan ahlak filozofu William MacAskill, What We Owe the Future: A Million-Year View (2022) adlı kitabında tam da bunu savunmaktadır. bir başka uzun dönemci felsefeci Nick Bostrom tarafından kurulan Oxford Üniversitesindeki İnsanlığın Geleceği Enstitüsündeki (FHI) araştırmacılar tarafından da tekrarlanıyor. Mesaj genel olarak şudur: Kıt kaynakları mevcut nüfusa paylaştırmanın yarattığı trajediyi kabul edebiliriz. Ancak, eğer bunu yapmak gelecek nesillerin -ki bugünkünden sayılamayacak kadar çok olacaklar- hem hayatta kalma hem de refah şansını arttırmak anlamına geliyorsa o zaman bunu yapmamak ahlaki bir suç teşkil eder.
Peki, sorun nedir ve bu akademik iyilikseverler ve onların finansal destekçileri AKS kriterlerine nasıl uymaktadır? Cevap, efektif altruistler ve uzun vadecilerin yapmak zorunda oldukları iki gerekli kabulde yatmaktadır.
İlgili konu: Ahlak felsefesi ve mutlak sefalet: Efektif altruizm
Birincisi, her iki dünya görüşünün de temelini oluşturan faydacı hesap nedeniyle, gelecekte çok daha büyük bir insan nüfusu olasılığı, şu anda hayatta olan tüm insanların NPC‘leştirilmesini haklı çıkarıyor gibi görünmektedir. Gerçekten de çektiğimiz acılar geleceği kurtaracak tek şey olabilir! İkinci olarak, mevcut nesillerin refahı nispeten daha az önemli olduğundan, uzun vadeciler doğru şeyi yapmamız için bizi manipüle etmekte kendilerini haklı görüyorlar. Doğru meslekleri seçmemiz, doğru amaçlara katkıda bulunmamız, doğru mahrumiyetlere katlanmamız vb. Bu tür bir manipülasyona izin verildiği için -aslında ahlaki olarak bu gerekli olduğu için- Dünya’nın mevcut sakinlerinin eylemliliği ve içsel değeri sadece göz ardı edilmekle kalmıyor, aynı zamanda ahlaki olarak da göz ardı ediliyor. Ve tüm bu şemanın tepesinde, monomiti (efsanevi bir kahramanın gerçekleştirdiği döngüsel yolculuk veya arayış) onlara yalnızca neyin gerçekten önemli olduğunu anlamaları için ahlaki kavrayış vermekle kalmayan, aynı zamanda (görünüşte) vizyonlarını gerçekleştirme araçlarını da veren Ana Karakter yer alıyor, tüm NPC‘ler kahrolsun!
Ancak birbirimiz için önemli olmak hâlâ değerlidir. E. M. Forster’ın Howards End (1910) adlı romanının epigrafı “Sadece bağlanın!” şeklindedir. Görünüşe göre geriye kalan insanlığı ve birbirine bağlılığı yok etmeye kararlı olan modern dünyada, kendi ruhlarımızın farklı parçalarını birbirine bağlamaya ve en önemlisi birbirimizle bağlantı kurmaya ihtiyacımız var. Ancak, giderek artan sayıda insanın kasıla kasıla yürümeyi, caka satmayı ve yalnızca görülme ve beğenilme ihtiyacımızı ortaya koymakla kalmayıp aynı zamanda başkalarının da bizim kişiliğimize tabi olmasında ısrar etmeyi seçtiği bir sahne hâline gelen bir dünyada sürüklenip gidiyoruz.
Umutsuzluğa kapılmak için nedenlerimiz var; ama zaten bu nedenler her zaman yok muydu? Sosyal medya devrimi, geniş kapsamı ve kişinin kahramanlık yolculuğunun siren şarkılarıyla ya da açıkça sürekli ilgi talep eden daha kaba yorumlarıyla kişinin kendisiyle, kimliğiyle, önemiyle uzun süredir meşgul olmasının yalnızca şimdiki cisimleşmiş hâlidir. Ne var ki bu bizim zamanımız, bizim anımız ve öyle görünüyor ki buna bildiğimiz en iyi şekilde karşılık vermemiz uygun olacaktır. Dolayısıyla, AKS fenomeninin ahlaki zararlarını ele almak için bir cevabım varmış gibi davranmasam da neyi kaybettiğimizi ve neden onu kurtarmaya çalışmak için nedenlerimiz olduğunu sorarak başlayabileceğimizi düşünüyorum.
Kendi kendimize yarattığımız anlatıların kim olduğumuzun temelini oluşturduğunu düşünüyorum; kendimiz, başkaları ve dünya hakkında hikâyeler anlatarak ve dinleyerek kim, nasıl ve neden var olduğumuzu anlamaya başlarız. Ancak şu anda yükselişte olan ana karakter hikâyeciliği karşılıklı olarak inşa edilmiş kimlikler oluşturmak için çok az şey yapıyor ve bunun yerine insan ilişkilerinin karmaşıklığını ‘ben’ ve ‘ben olmayan’, ‘onlar’ ve ‘biz’, ‘kahraman’ ve ‘kötü adam’ gibi basit ikiliklere indirgiyor. Birbirlerinin benliklerinin ortak yaratıcıları ve ortak yazarları olmak yerine, geriye kaygı üreten, sığ, tek gerçek benliğin, tek gerçek ana karakterin sahibi olmak için yapılan tüketimci bir rekabet kalıyor. Böylece kazananlar ve kaybedenlerden oluşan sıfır toplamlı bir oyunda rakipler, yarışmacılar ve oyuncular hâline geliyoruz. Birbirine bağlı olarak yaratılan kimliklerin olasılığı ortadan kalktıkça, kendimizi daha yalnız, duyulmayan, görülmeyen, belki de kişiliksiz hissediyoruz.
AKS anlatıları, psikologların ve filozofların ‘zihin teorisi’ olarak adlandırdıkları şeyden yoksundur; diğer insanları, hayatlarımızın monomitinde küçük roller oynamak yerine, bizimle aynı tür zihinsel durumlara sahip olarak deneyimlediğimiz fikri. Başkalarını kendimize eşit ahlaki kişiler olarak görmedeki bu eksiklik narsisizmle benzerlik göstermektedir. Ludwig Wittgenstein tarafından ortaya atılan bir fikir olan bu ‘aile benzerliği’ duygusu, çeşitli pratiklerin ve fikirlerin bir dizi örtüşen benzerlikle birbirine bağlanabileceğini ileri sürüyor.
Sevilme arzusuyla hareket eden bu kişilerin pratikleri sevginin mümkünlüğünü sınırlandırıyor
AKS ve narsisizm arasındaki aile benzerliği, felsefeci Aleksandar Fatic’in 2023’te bir tür ‘ahlaki yetersizlik’ olarak adlandırdığı şeyde yatmaktadır; ’empati, dayanışma, sadakat veya sevgi gibi ahlaki duyguları deneyimleme yetersizliği’. AKS ve narsisizm, karşılıklı bağımlılığımızı reddetmeleriyle birbirlerine bağlanırlar: Başkalarıyla kurulan anlamlı bağları dikkate almamakla kalmazlar, aynı zamanda bu alaycılığı bir erdem hâline getirirler. Ahlaki yetersizlik bağ kurmayı engellediğinden, AKS ve onun yakın akrabası olan narsisizm, Forster’ın epigrafının uyarısını yaptığı ahlaki yetersizliği akla getirir.
Ama bir de diğer sözcük var: sevgi. Albert Camus, Not Defterleri‘nde (1935-42) bunu şöyle ifade eder:
“Ahlak üzerine bir kitap yazmak zorunda kalsaydım, bu kitap yüz sayfa olurdu ve bu yüz sayfanın doksan dokuzu boş kalırdı. Son sayfaya ise şöyle yazardım: ‘Tek bir ahlaki ödev tanırım, o da sevmektir.’“
Daha yakın zamanlarda, felsefeci Harry Frankfurt, The Reasons of Love (2004) adlı kitabında bize aşkın hem gerekli hem de tehlikeli olduğunu, bizi birbirimize karşı sonsuz derecede savunmasız kıldığını anlatır.
AKS’nin büyüsüne kapılanların birçoğu sevilme arzusuyla hareket etse de uygulamaları sevgi olasılıklarını zorlamaktadır. Sevgiden kastım sadece romantik aşk değil, arkadaşlar, aile ve hatta bazen daha uzaktaki diğer kişiler arasında var olan şefkatli duygulardır. Bu tür ötekine yönelik sevgi, karşılıklı kırılganlıklara, farklılıklara ve araçsal olmayan bir sevilme anlayışına açık olmayı gerektirir. Oysa AKS bunun tam tersini teşvik etmektedir: bir tür ötekileştirme, insanların soyut varlıklara ve araçsal olarak kullanışl cansız mankenlere dönüştürülmesi.
AKS’nin ihmal ettiği bir ‘sevgi yükümlülüğü’ var mıdır? Immanuel Kant’ın tarafını tutabilir ve en azından insanlara asla kendi amaçlarımız için sadece bir araç olarak davranmamamız gerektiğini söyleyebiliriz.
İlgili konu: Ödev ahlakı
Ancak Camus’nün beyanı göz önünde bulundurulduğunda bu yetersiz görünmektedir. Sevmek bir anlamda bir bilinmezin içine girmektir; ötekiyle hiçbir güvence, hiçbir kişisel ikbal, hiçbir kesin sonuç ve elbette kazananlar ve kaybedenler vadetmeyen bir tür bağlantı kurmak demektir. Sevmek, kim olduğumuz ve ötekinin kim olabileceği konusundaki belirsizlikle yüzleşmek demektir.
Emmanuel Levinas ‘başkalığın’ -başkalarının başkalığından doğan belirsizliğin- tüm ahlakın başlangıcı olduğunu ileri sürmüştür. Bu aynı zamanda tüm sevginin de başlangıcı olabilir. Öteki, bize meydan okur, bizden taleplerde bulunur ve bizi sorumlu tutar. Öteki bizi kendi kendimize duyduğumuz tekbencilikten çıkmaya ve bağlantının huşu dolu atmosferine girmeye zorlar. Levinas bize ötekinin yüzüne bakmamızı söyler. Başkasının çehresini gördüğümüzde, savunmasız olmanın, hesap verebilirliğin ne anlama gelebileceğini kavramaya başlarız. Bu, yüzsüz ‘beğenilerden’, abonelerden ya da hayranlardan fersah fersah farklıdır.
Hayata Ana Karakter olarak katılan pek çok kişi bir tür sevgi, onay ya da önemli olduklarına dair güvence arayışındadır. Bir his, bir titreşim ararlar. Ancak sevgi duygusal bir duruştan daha fazlasıdır. Erich Fromm, The Art of Loving (1956) adlı kitabında sevgiyi sanatsal bir uygulama olarak tanımlar ve ‘komşusunu sevme kapasitesi olmadan, gerçek tevazu, cesaret, inanç ve disiplin olmadan bireysel sevgiye ulaşılamayacağını’ belirtir. Ona göre sevgi ‘pasif bir duygulanım değil, bir etkinliktir’; gerçekten sevmek için sadece hissetmek yeterli değildir; gerekli olan, sevilenin iyiliği için sorumluluk almaktır. Oysa AKS tam da bunu yapma yeteneğimizi, herhangi birini ya da herhangi bir şeyi gerçekten, alçakgönüllülükle sevme yeteneğimizi yadsır.
Bu bizi hangi sonuca götürüyor? AKS, ‘yapılması ve yapılmaması gerekenler’ listesiyle çözülecek bir bulmaca değildir. Hakkında yasalar çıkarılabilecek sosyal bir sorun da değildir. Bunun yerine, Joseph Campbell ve arkadaşlarının deyimiyle ‘ruhun karanlık gecesi’ ile meşgul olmamızı gerektiriyor. Bu, anonimliğimiz, yalnızlığımız, can sıkıntımız ve kaybolmuşluğumuzla yüzleşmek; kendimizi başkalarına ve dolayısıyla başarısızlığa karşı savunmasız bırakmak anlamına gelebilir. Bu, kendimizi her zaman eksik olarak görmek anlamına gelebilir ve tamamlanmanın kartlarda olmayabileceğini, hayatın zaferle sonuçlanan bir monomiti olmadığını ve başkalarının yardımcı rollerde yer almak için burada bulunmadıklarını kabul etmek anlamına gelebilir. Ben kendi adıma, Samuel Beckett’in Endgame (1957) adlı oyununa yöneliyorum; burada bir karakter bize şunu hatırlatıyor:
“Dünyadasın ve bunun bir çaresi yok!”
Kulağa son derece doğruymuş gibi geliyor; oradan başlayalım.
Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Anna Gotlib’in “Main character syndrome” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım