Alışkanlıklarımıza dönük felsefi bir yaklaşım, gerçekte kim olduğumuzu açığa çıkarabilir…
Her gün, tekrar tekrar, rutin olarak yaptığımız yüzlerce şey vardır. Uyanırız, telefonlarımızı kontrol ederiz, yemeğimizi yeriz, dişlerimizi fırçalarız, işlerimizi yaparız, bağımlılıklarımızı tatmin ederiz…
Son yıllarda, bu tür alışılmış eylemler kişisel gelişim için bir alan yarattı. Kitapçılardaki raflar “yaşam ipuçları”, “hayat tasarımları” ve uzun vadeli projelerimizi nasıl ”eğlenceli hâle getirebileceğimiz” hakkında çok satan kitaplarla dolup taşıyor. Bu kitaplar kişilere üretkenlikten daha sağlıklı beslenmeye ve büyük servetlere kadar her şeyi vadediyor. Bu rehberler bilimsel doğruluk açısından farklılık gösterse de alışkanlıkları, kendimizi daha arzu edilen bir yola sokmak için müdahale edebileceğimiz, tekrarlanan bir dizi davranışı takip eden rutinler olarak tasvir etme eğilimindedir.
Sorun şu ki bu açıklama tarihsel derinliğin büyük bir kısmından soyutlanmıştır. Günümüzün kişisel gelişim kitapları aslında alışkanlığın oldukça olumsal bir versiyonunu miras almıştır. Özellikle de Skinner, Clark Hull, John Watson ve Ivan Pavlov gibi 20. yüzyılın başlarındaki psikologların çalışmalarında ortaya çıkan bir modeldir bu. Bu düşünürler, gözlemlenebilir, uyarıcı-tepki niteliğindeki yanıtlara içsel duygu ve düşüncelerin rolünden daha fazla öncelik veren bir psikoloji yaklaşımı olan davranışçılık ile ilişkilendirilmektedir. Davranışçılar alışkanlıkları dar, bireyselci bir anlayışla tanımlamıştır; insanların belirli ipuçlarına otomatik olarak tepki vermeye koşullandığına ve bunun da tekrarlanan eylem ve ödül döngüleri ürettiğine inanmışlardır.
Davranışçı alışkanlık imajı bugün çağdaş nörobilim ışığında güncellenmiştir. Örneğin, beynin esnek ve değişebilir olması, alışkanlıkların beyin bölgeleri arasında ayrıcalıklı bağlantılar oluşturarak zaman içinde sinir sistemimize yerleşmesine olanak tanımaktadır. Davranışçılığın etkisi, araştırmacıların alışkanlıkları niceliksel ve titiz bir şekilde incelemesini sağlamıştır. Ancak aynı zamanda, kavramın daha geniş felsefi çıkarımlarını göz ardı eden basmakalıp bir alışkanlık kavramını da miras bırakmıştır.
Filozoflar alışkanlıkları; kim olduğumuzu, inanç sahibi olmanın ne anlama geldiğini ve günlük rutinlerimizin neden genel olarak yaşam hakkında bir şeyler ortaya koyduğunu düşünmenin yolları olarak görürlerdi. “Nikomakhos’a Etik” adlı eserinde Aristoteles, hexis ve ethos terimlerini insanlardaki ve nesnelerdeki, özellikle de ahlak ve akılla ilgili istikrarlı nitelikleri incelemek için kullanır. Bu terimlerin her ikisi de bugün ‘alışkanlık’ olarak çevrilmektedir. Hexis, bir masanın düzgünlüğü ya da bir arkadaşın nezaketi gibi, bir kişi ya da şeyin eylemlerimize ve duygularımıza rehberlik edebilecek kalıcı özelliklerini ifade eder. Hexis, kişinin ‘sahip olduğu’ bir özellik, kapasite ya da eğilimdir; etimolojik olarak Yunanca ekhein, yani sahiplik kelimesinden türemiştir. Aristoteles’e göre, bir kişinin karakteri nihayetinde hexis‘lerinin bir toplamıdır.
Öte yandan bir ethos, kişinin hexeis geliştirmesini sağlayan şeydir. Hem bir yaşam biçimi hem de kişinin kimliğinin temel ölçüsüdür. Ethos, ahlaki ve entelektüel gelişimi yönlendirmeye yardımcı olan temel ilkeleri ortaya çıkaran şeydir. Dolayısıyla hexeis‘i bir ethos‘tan çıkarmak hem zaman hem de pratik gerektirir. Alışkanlığın bu versiyonu, etik yaşama giden bir yol olarak erdemin geliştirilmesini sıklıkla vurgulayan antik Yunan felsefesinin dokusuna uymaktadır.
Bin yıl sonra, Orta Çağ Hristiyan Avrupa’sında Aristoteles’in hexis‘i Latinceleştirilerek habitus‘a dönüştürülmüştür. Bu çeviri, eskilerin erdem etiğinden Hristiyan ahlakına doğru bir kaymanın izini sürmüş ve alışkanlık belirgin bir şekilde ilahi çağrışımlar kazanmıştır. Orta Çağ’da Hristiyan etiği, kişinin ahlaki eğilimlerini yalnızca şekillendirme fikrinden uzaklaşmış ve bunun yerine ahlaki karakterin Tanrı tarafından verildiği inancından hareket etmiştir. Bu şekilde, arzu edilen habitus Hristiyan erdeminin uygulanmasıyla iç içe geçmelidir.
Thomas Aquinas alışkanlığı ruhani yaşamın hayati bir bileşeni olarak görmüştür. “Summa Theologica” (1265-1274) adlı eserinde, habitus rasyonel bir seçim içerir ve gerçek mümini inançlı bir özgürlük duygusuna götürür. Buna karşılık Aquinas, consuetudo kavramını bu özgürlüğü engelleyen alışkanlıklarımıza atıfta bulunmak için kullanmıştır. İnançla aktif bir şekilde bağlantılı olmayan din dışı, gündelik rutinleri ifade eden consuetudo salt birliktelik ve düzenlilik anlamına gelirken habitus samimi bir düşünce ve Tanrı bilincini ifade eder.
Aydınlanma filozofu David Hume için alışkanlığın bu antik ve Orta Çağ yorumları çok sınırlayıcıydı. Hume alışkanlığı, insan olarak bizi güçlendiren ve harekete geçiren şey üzerinden düşünmüştür. Alışkanlığın, tüm ‘zihin faaliyetlerinin… bağlı olduğu’ ‘evrenin çimentosu’ olduğu sonucuna varmıştır. Örneğin, havaya bir top atabilir ve onun yükselişini ve yere inişini izleyebiliriz. Alışkanlıkla bu eylemleri ve algıları sonunda neden ve sonuç arasındaki ilişkiyi kavramamızı sağlayacak şekilde ilişkilendirmeye başlarız. Hume’a göre nedensellik, alışkanlığa dayalı çağrışımdan daha fazlasıdır. Aynı şekilde dil, müzik, ilişkiler de öyle ki o deneyimleri yararlı bir şeye dönüştürmek için kullandığımız tüm becerilerin alışkanlıklardan oluştuğuna inanıyordu. Dolayısıyla alışkanlıklar, dünyada yolumuzu bulmamızı ve dünyanın hangi ilkelere göre işlediğini anlamamızı sağlayan çok önemli araçlardır. Hume için alışkanlık, ‘insan hayatının büyük rehberi’nden başka bir şey değildir.
Alışkanlıkları sadece rutinler ve eğilimlerden daha fazlası olarak görmemiz gerektiği açıktır. Alışkanlıklar kimliklerimizi ve etiğimizi kuşatır; bize inançlarımızı nasıl uygulayacağımızı öğretir. Hume’a bakılırsa dünyayı birbirine bağlar. Alışkanlıkları bu şekilde görmek belli bir kavramsal ve tarihsel dönüşü gerektirir; ancak bu U dönüşü sığ bir kişisel yardımdan çok daha fazlasını sunar. Bize her gün yaptığımız şeylerin sadece kırılması gereken rutinler değil, gerçekte kim olduğumuzu görebileceğimiz pencereler olduğunu gösterir.
Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım