Akıllı insan paradoksu: Bizimkine benzer beyinlere sahip olan tarih öncesi çağlardaki insanlar uygarlık kurmak için neden binlerce yıl beklemişlerdir?
İnsanlık tarihinde yaşanan en önemli toplumsal ve teknolojik gelişmelerin tümü son 10.000 yıl içinde gerçekleşmiştir. Buna tarımsal, bilimsel, endüstriyel ve dijital devrimler dâhildir; dinin, paranın ve Homo sapiens‘i diğer türlerden ayıran başkaca sembolik unsurların ortaya çıkışından bahsetmeye bile gerek yok.
İnsanların 10.000 yıldan önceki faaliyetleri hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Ancak tarih öncesi insanların genetik yapı ve entelektüel altyapı olarak modern insanlarla benzer olduğunu söyleyebiliriz; zira araştırmalar tarihin önemli toplumsal ve teknolojik ilerlemelerinin gerçekleşmesi için gerekli olan zekâ seviyesinin atalarımızın Afrika’dan göç etmeye başladığı 60.000 yıl kadar önce evrimleşerek ortaya çıktığını göstermektedir.
Bu da şu soruyu akıllara getiriyor: Neden her şey bu kadar uzun sürdü? İnsanlar, bizi mağara resimlerinden neredeyse kendi kendine giden arabalara götüren yolculuğa başlamadan önce, binlerce nesil boyunca aynı şekilde yaşayan avcı-toplayıcılarla, görünüşte tekdüze bir tarih öncesi dönemde, neden 50.000 yıl veya daha fazlasını geçirdi?
Bu soru, ilk kez İngiliz arkeolog ve paleolinguist Colin Renfrew tarafından 1996 yılında “Modeling the Human Mind” için kaleme alınan “Sapient behaviour paradox: how to test for potential?” başlıklı makalede formüle edilen “akıllı insan paradoksu”nun (sapient paradoksu) temelinde yatmaktadır.
Akıllı insan paradoksu o zamandan beri insan varoluşunun çözülmemiş en büyük gizemlerinden biri olarak kendine yer edinmiştir.
Akıllı insan paradoksu için yaygın olarak kabul gören bir açıklama mevcut olmamakla birlikte, bazı nörobilimciler ve arkeologlar eski insanlarla ve onlardan miras aldığımız beyinlerle ilgili yeni keşiflere dayanarak ilgi çekici hipotezler üretmişlerdir.
Tarih öncesine ilişkin ön yargılar
Olasılıklardan biri, uzak geçmişte meydana gelen insani gelişim örneklerine yeterince önem vermiyor olmamızdır. Daha yakından incelendiğinde, tarih öncesi genellikle gösterildiği kadar basit ya da tekdüze olmayabilir.
Antropolog David Graeber ve arkeolog David Wengrow, “The Dawn of Everything” (Her Şeyin Şafağı) adlı kitaplarında, Thomas Hobbes ve Jean-Jacques Rousseau arasındaki Aydınlanma dönemi rekabetine kadar uzanan, avcı-toplayıcıların açıkça tanımlanmış sosyal hiyerarşilerden yoksun olduğu fikrine karşı çıkıyorlar.
Graeber ve Wengrow bunun yerine, tarih öncesi sosyal hiyerarşilerin sadece şaşırtıcı derecede karmaşık değil, aynı zamanda çeşitli de olduğuna inanmak için nedenler olduğunu, bazı yalıtık insan topluluklarının aşırı eşitlikçiliğe başvururken diğerlerinin kendilerini kölelik çizgisinde örgütlediğini savunuyor.
Ama hepsi bu kadar değil. Arkeolojik çalışmalar uzun zamandır kompleks konuşma ve bilinçli düşünebilme yetisinin MÖ 40.000 civarında, yani Homo sapiens ve Homo neanderthalensis‘in güneybatı Avrupa’da bir arada yaşadığı düşünülen dönemde geliştiğini öne sürüyor.
Bu geçişlere, taş aletlerin “yonga”dan bıçağa dönüşmesi, kemik, boynuz ve fildişinden eserler ve kişisel süs eşyaları üretilmesi ve günümüz Fransa ve İspanya’sında natüralist sanatın ortaya çıkması gibi bir dizi yeni davranış eşlik etmiştir.
Daha yeni keşifler, bu davranışlardan bazılarının Afrika’da daha da erken ortaya çıktığını göstermektedir. Cape Town yakınlarındaki Blombos Mağarası’nda bulunan kırmızı aşı boyasıyla yapılmış bilinçli desenler şeklindeki sembolik ifade kanıtları MÖ 70.000 yılına kadar uzanırken bazı uzmanlar ise konuşmanın 200.000 yıl önce geliştiğini iddia ediyor.
Bir görüşe göre, dilin ve taş aletlerin kullanımı, örneğin buhar makinesinin ya da internetin icadı kadar etkileyici görünmeyebilir; ancak, eski insanların attığı küçük adımlar modern insanların torunlarının ilerlemesine olanak tanıdığı için bu gerçeklerden daha uzak olamaz. Tarih öncesi çağların sıklıkla göz ardı edilen gelişmelerine hak ettikleri değer verildiğinde, uygarlığın genel gelişimi üstel olmaktan çok doğrusal görünmeye başlar ve sapient paradoksunu daha az paradoksal hâle getirir.
Yine de bu madalyonun bir de bilginin doğası ile ilgili bir yüzü vardır.
Hareketsiz mekanizmalar
Genetik zekâmız son 60.000 yılda çok az değişmiş olsa da bu zekâyı kullanma biçimimiz açık bir şekilde farklılaşmıştır. Son buzul çağının sona ermesinden sonra, MÖ 12.000 ila 9.000 yılları arasında gerçekleşen tarım devrimi, bu dönüşümde çok önemli ve hatta katalizör bir rol oynamıştır.
Tarımdan önce, avcı toplayıcıların bireysel yaşamları boyunca edindikleri bilgileri muhafaza etmeleri zordu. Küçük gruplar halinde yaşadıkları, avlanırken sık sık hayatlarını kaybettikleri ve diğer kabilelerle çok az temasta bulundukları için bilgi nadiren başka bir kabileye ya da nesle aktarılabiliyordu.
Tarih uzmanı David Christian, günümüz primatlarını buna örnek olarak göstermektedir. Bir babun sürüsündeki yetenekli bir avcı öldüğünde, avlanma teknikleri onun ölümünden sonra başkalarına aktarılmaz. Sonuç olarak, sürü ve buna bağlı olarak tür gelişemez.
Geriye dönüp baktığımızda, tarım devrimi yalnızca insanların daha büyük gruplar hâlinde yaşamasına, daha uzun ömürlü olmasına ve diğer topluluklarla sürekli temas kurmasına olanak sağladığı için değil, aynı zamanda tüm bunlar bilgiyi korumamızı ve aktarmamızı kolaylaştırdığı için de önemlidir.
Christian gibi akademisyenler çalışmalarında bilgiyi koruma ve aktarma becerisini kolektif öğrenme olarak adlandırmaktadır. Bu, akıllı insan paradoksunu çözmenin anahtarı olmanın yanı sıra, genel olarak insanlık tarihinin kapsamlı temalarından biri de olabilir.
Christian kesinlikle böyle düşünüyor gibi görünüyor. Renfrew da aynı şekilde, konuyla ilgili çok sayıdaki denemesinden birinde, uygarlığın zekânın biyolojik temelinden çok sonra ortaya çıkması nedeniyle, “paylaşılan deneyimin sosyalleşme sürecinin yönlerine” vurgu yapılması gerektiğini belirtmektedir.
Tarım devriminin taşıdığı öncelik, arkeolojik kayıtlara da yansımıştır; bu kayıtlar, toplumun iki temel taşı olan para sistemleri ve örgütlü dinin, eski insanlar tarıma başlayana kadar büyük ölçekte ortaya çıkmadığını göstermektedir.
Nüfus yoğunluğu ve insan gelişimi arasındaki bağlantının tarih öncesi dönemlere kadar uzandığını da belirtmek gerekir; aynı kayıtlar Homo ergaster alet yapımının, ilk insanların birbirine en yakın yaşadığı dönemlerde kalite ve çeşitlilik açısından geliştiğini, ancak dağıldıklarında durağanlaştığını göstermektedir.
Renfrew ise ilk büyük ölçekli toplumların ortaya çıkmasını sağlayacak olan tarım devriminin, “genomda içkin” olsa da potansiyeli şimdiye kadar uykuda olan “özel zekâ ve davranış mekanizmalarını” harekete geçirmiş olması gerektiği sonucuna varıyor.
Dedikodu kapanı
Akademisyenler sapient paradoksuna yeni bakış açıları getirmeye devam ediyor. Yakın zamanda Amerikalı nörobilimci Erik Hoel; Graeber ve Wengrow’un “The Dawn of Everything” (Her Şeyin Şafağı) adlı kitabının bir incelemesi olan ödüllü “The gossip trap” (Dedikodu Tuzağı) adlı makalesinde orijinal bir bakış açısı ortaya koydu.
Hoel makalesinde uzak geçmişle ilgili varsayımları da sorguluyor. Ona göre, incik boncuk yapımı ve mağara sanatı gibi tarih öncesi gelişmelerin keşfi, akıllı insan paradoksunu ortadan kaldırmıyor, sadece sonraki gelişmeleri daha da kafa karıştırıcı hâle getiriyor. Ayrıca, ilk çiftçiler ekstrem çevre koşulları altında çalıştığından, tarım devriminin son buzul çağı nedeniyle geciktiğinden de şüphe duyuyor.
Hoel, sapient paradoksu ile ilgili kendi çözümünü bulmak için Fermi paradoksu ile yukarıda bahsedilen karşılaştırmalara başvurmaktadır. İkincisi genellikle bir “Büyük Filtre”nin varlığıyla açıklandığından, yani uzaylılar varsa insanlık daha gelişmiş seviyeye gelene kadar bizimle temas kurmayacaklardır, birincisinin, uygarlığın tarih öncesi dönemden uzaklaşmasını sağlayan bir ‘Büyük Tuzak’ ile bir ilgisi olabilir.
Makalesinin başlığından da anlaşılacağı üzere Hoel bu tuzağı insanlığın dedikoduya olan eğilimi olarak tanımlıyor ki bu da herkesin birbirini şahsen tanıdığı küçük avcı-toplayıcı kabilelerde önemli bir rol oynamış olabilir. Antropoloji literatüründe dedikodu, bireylerin çok fazla güç elde etmesini engelleyen bir “dengeleme mekanizması” olarak tanımlanmaktadır.
Hoel’e göre uygarlık aslında “bizi dedikodu tuzağından kurtaran, dengeleyici mekanizmaların bulunduğu bir üstyapıdır.”
Ancak Hoel, sosyal medyanın bizi dedikodu tuzağına geri çekiyor olabileceğini öne sürüyor. Temel fikir, sosyal medyanın ham sosyal güç olan “doğuştan gelen idare biçimimizi” yeniden dirilttiğidir. Sosyal medya bunu yapabiliyor çünkü daha önce hiçbir teknolojinin yapmadığı kadar dedikodu aktarımını kolaylaştırıyor ve neredeyse herkesin bir başkası hakkında dedikodu yapabilmesini sağlıyor. Bu, insanlığın küçük grup başlangıçlarının doğasını yansıtmaktadır.
“Dedikodu tuzağında yaşadığınızın bariz işaretlerinden biri, anlaşmazlıkların çözümünde birincil yöntemin sosyal baskı olmasıdır. Son zamanlarda baktığınız neredeyse her yerde, sosyal medya; yasalarımızdan, kurumlarımızdan ve devletlerimizden oluşan bir deri kıyafet giyiyor gibi. Sadece son on yılda, ham sosyal güç, resmî güce benzeyen her şeyi geride bırakmış gibi hissettirmiyor mu size de? Sosyal medyanın ortaya çıkışı ve bunun sonucunda dedikodunun Dunbar sayısına karşı kazandığı zaferle, istemeden de olsa bir Yaşlı Tanrı’yı geri çağırmanın karşılığını gerçekleştirmiş olabiliriz.”
Kolektif öğrenme ve bunun tarım devrimiyle ilişkisinin yanı sıra, dedikodu tuzağı da sapient paradoksu bulmacasının bir başka parçasını oluşturmaktadır.
Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Tim Brinkhof’nin “The sapient paradox: With brains like ours, why did prehistoric humans wait millennia to start civilization?” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım