Ahlaklı bir insan olmak için dine ihtiyacımız var mı?
Dinin en önemli sosyal etkilerinin ne olduğu sorulsa pek çok kişi dinî inançların daha ahlaki davranmamıza yol açtığını söyleyecektir. Pew Araştırma Merkezi tarafından 2007 yılında yapılan bir araştırmada katılımcılara, “Ahlaklı olmak için Tanrı’ya inanmanız gerekir mi?” sorusu yöneltilmiş ve bu soruya Avrupa dışındaki ülkelerde yaşayan insanların ezici çoğunluğunun “evet” yanıtını verdiği görülmüştür.
Ancak ilginçtir ki araştırmacılar bu soru karşısında bölünmüştür. Bunun bir nedeni, dünya üzerinde çok sayıda tanrı anlayışı ve çok sayıda ahlaki sistem olması ve din ya da ahlaktan bahsederken aslında neyi ifade ettiğimizin her zaman net olmamasıdır. Yine de ahlakın bir şekilde dindarlık eğiliminin ayrılmaz bir parçası olup olmadığı sorgulanabilir.
Ahiret, bulaşıcı hastalıklar ya da akıllı tasarım hakkındaki sezgisel görüşlerimiz ahlaki davranışlarımızı temelden değiştirebilir mi? Sokrates, iyiliğin iyi olduğu için mi tanrılar tarafından sevildiğini yoksa iyiliğin tanrılar tarafından sevildiği için mi iyi olduğunu sorarken bir anlamda bu soruya değinmektedir.
Ahlak bilimi
Bugün bu soruya verilebilecek en iyi yanıtlardan bazıları Yunan felsefesinden değil, bilimsel araştırmalardan geliyor. Oliver Scott Curry tarafından yürütülen çalışmalar, insan ahlakının büyük bir kısmının tek bir temele dayandığını göstermiştir: Dayanışma. Daha spesifik olarak, yedi dayanışma ilkesinin hemen her yerde ahlaki açıdan iyi olarak değerlendirildiği ve evrensel bir ahlaki pusulanın temelini oluşturduğu görülmüştür. Bu yedi ilke şunlardır:
- Akrabalarına yardım etmek
- Gruba sadık olmak
- İyiliklere karşılık vermek
- Cesur olmak
- Üstlerine saygı göstermek
- Her şeyi adil bir şekilde paylaşmak
- Diğer insanların mallarına karşı duyarlı olmak
Bu fikir oldukça büyük bir gelişmedir; zira kültürel görececilerin her zaman yaptığı gibi ahlaki evrensellerin olmadığını ve bu nedenle her toplumun kendine özgü bir ahlaki pusula bulması gerektiğini iddia etmek, geçmişten beri oldukça makul görünüyordu. Açıklamaya çalışacağım gibi, durum aslında pek de böyle değil. Dahası, bu ahlaki fikirlerin dayandığı aynı yedi dayanışma ilkesi çok çeşitli sosyal gruplarda birden bulunuyor ve sadece insanlara özgü de değil. Bu ahlaki sezgiler, hayatta kalma ve üremeye olan faydaları nedeniyle evrimleşmiştir. İnsanlar gibi sosyal türlerin atalarında görülen dayanışmacı davranışları destekleyen genetik mutasyonlar, bunları benimseyen organizmalara üreme avantajı sağlamış ve sonuçta bu genlerin daha fazla kopyası hayatta kalmış ve sonraki nesillere yayılmıştır.
Ailemizin üyelerine değer vermemiz ve onlara zarar vermekten kaçınmamız gerektiği ilkesini ele alalım. Bu ahlaki zorunluluk muhtemelen, yakın genetik akrabalarımızın hayatta kalmasına ve yavru üretmesine yardımcı olmaya çalışarak genlerimizin aktarılma şansını artıracak şekilde davranmamızı sağlayan ‘akraba seçilimi’ mekanizması yoluyla evrimleşmiştir. Öte yandan gruba sadakat, bağımsız hareket etmektense koordineli bir şekilde hareket ettiklerinde daha başarılı olan sosyal türlerde evrimleşmiştir. Mütekabiliyet (sen benim sırtımı kaşırsan ben de senin sırtını kaşırım fikri), bencil eylemlerin tek başına başaramayacağı faydaların önünü açmıştır. Üstlere saygı da hayatta kalmanın bir başka yoludur; bu durumda her iki tarafın da ölümüne savaşması yerine koordineli bir şekilde hakimiyet veya boyun eğme pozisyonları tahsis edilebilir.
İyinin ve kötünün kaynağı
‘Dayanışmacı ahlak’ teorisi, bu yedi dayanışma ilkesinin birlikte, her yerde ahlaki düşüncenin özünü oluşturduğunu öne sürer. Nihayetinde, ahlaki bir yargıya yol açan her insan eylemi doğrudan bu dayanışma ilkelerinden birine ya da daha fazlasına karşı yapılan bir ihlale dayandırılabilir. En azından teori bize bunu söylüyor. Ancak bu yedi ilkenin gerçekten evrensel olduğunu tespit etmemiz mümkün olabilir mi?
Bu sorunun yanıtı, dünyanın dört bir yanındaki insanların ahlaki muhakemeleri üzerine yapılan eşi benzeri görülmemiş bir çalışmada yatıyor. Antropologlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelenmiş ve bu nedenle bu kültürel gruplarda yaygın görülen ahlaki normlar hakkında zengin veriler sağlayan, altmış toplumdan oluşan bir örnekleme göz atacağız. Çalışmaya dâhil edilebilmek için her toplumun kendi kültürel sistemiyle ilgili en az 1.200 sayfalık tanımlayıcı veriye konu olmuş olması gerekiyor. Ayrıca, en az bir profesyonel eğitim almış antropolog tarafından, en az bir yıl süren kapsamlı bir saha çalışmasına dayalı olarak ve yerel olarak kullanılan dilin mevcut hâlini bilerek çalışılmış olması şart. Toplumlardan oluşan örneklem, çeşitliliği en üst düzeye çıkarmak ve kültürel grupların ahlaki inançlarını birbirlerinden almış olma olasılığını en aza indirmek için seçilmiş dünyanın altı büyük bölgesinden seçilmiştir: Sahra Altı Afrika, Akdeniz çevresi, Doğu Avrasya, Pasifik Insular, Kuzey Amerika ve Güney Amerika.
Amaç, bu altmış toplumun kültürlerini anlatan 400 belgeyi inceleyerek yedi dayanışma ilkesinin ahlaki açıdan iyi olarak değerlendirilip değerlendirilmediğini tespit etmektir. Bu dayanışma ilkelerine değinen 3.460 paragraflık metin bulunmuştur. Bu şekilde yedi tür dayanışmacı davranışa ilişkin 962 ahlaki yargı gözlemlenmiştir. Bu örneklerin 961’inde (tüm vakaların yüzde 99,9’u) dayanışmacı davranış ahlaki açıdan iyi olarak değerlendirilmiştir. Bunun tek istisnası, Mikronezya’daki ücra bir adada başkalarından (gizlice değil) açıkça çalmanın ahlaki olarak onaylanmasıydı. Ancak bu istisnai durumda, bu tür (cesurca) bir hırsızlığın sosyal baskınlık iddiası içermesi nedeniyle olduğu görülmüştür. Dolayısıyla, bu tek örnek başkalarının mülküne saygı gösterilmesi gerektiği kuralıyla çelişiyor gibi görünse de bunu alternatif dayanışmacı ilke olan cesarete öncelik vererek yapmıştır. Buradan çıkarılacak ana sonuç, yedi dayanışma ilkesinin her yerde ahlaki açıdan iyi olarak değerlendirildiğidir.
Dinin bununla bir ilgisi var mı?
Yine de bütün bunların dindarlıkla bir ilgisi var diyebilir miyiz? Sonuçta ortada yedi ahlaki ilkeye inanmak için tanrılara sahip olmamız gerektiğini düşünmek adına belirgin bir gerekçe yoktur. Ancak, dünyada pek çok insan dindar olmakla iyi olmak arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyor gibi göründüğünden, bu soru yakından ilgilenilmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Yanıtın biraz karmaşık olduğu anlaşılıyor. Evrensel ahlaki dağarcığın bir unsuru sezgisel olarak dinsel güdülerimizle bağlantılı gibi görünmektedir: Bu unsur bizi doğaüstü etkenlerin sosyal olarak baskın olacağına dair erken gelişen beklentiye geri götürmektedir. Ruhlar dünyasıyla olan ilişkimizin temelinde otoriteye saygı göstermeye yönelik ahlaki bir kaygının yattığı malumdur. Tanrılar ve atalar bizim efendilerimiz, biz de onların hizmetkârları olma eğiliminde olacağız: Onlar bize değil, biz onlara boyun eğeceğiz.
Peki ya diğer ahlaki alanlar? Onlar da dinî inanç ve davranışlarımızla bağlantılı olabilir mi? Dinsel sezgilerimiz, örneğin doğaüstü varlıklar ve güçler, ölümden sonra yaşam veya doğadaki akıllı tasarımla ilgili meseleler, evrensel olduğunu tespit ettiğimiz yedi ahlaki kuralla bağlantılı mıdır?
Cevap “evet”tir. Ancak tamamen daha az doğal ve sezgisel yollarla. Yani, sezgisel dindarlığın çoğu özelliğiyle evrensel ahlaki dağarcık arasındaki bağlantının kendisi doğal değil, doğal olmayan uygarlık tarihimizin bir parçası olarak kültürel sistemler olan dinlerin evrimleşme biçiminin bir ürünüdür. Bu nedenle, sezgisel ahlak ile sezgisel din arasındaki bağlantılar insanlık tarihi boyunca önemli ölçüde değişmiştir. Örneğin, akrabalarımıza özen göstermeye yönelik doğal ahlaki zorunluluğumuz, dünya dinlerinin birçoğunda, çocuklara karşı dindarlığı ifade eden çeşitli davranışlar sergileyerek atalarımıza özen gösterme yükümlülüğüne dönüştürülmüştür. İyiliklere karşılık vermemiz gerektiğine dair ahlaki kural, ruhlar dünyasıyla olan etkileşimlerimizin mantığında da belirgin bir şekilde yer alır ve din tarihinin insan kurban etmenin yaygınlaştığı evresinde karanlık bir hâl almıştır. Dinler tarihinde çok daha sonraları, insanların her yerde kanun benzeri emirlere itaat etmesini talep eden tanrı inançlarının ortaya çıktığını görüyoruz.
Hem din hem de ahlak insan doğasında kök salmış olsa da bu ikisi hakkındaki sezgilerimiz birbiriyle bağlantılı olmak zorunda değildir. Bazen ahlaki muhakememiz dinî inançlarımıza sirayet eder; diğer zamanlarda ise böyle bir şey olmaz. Bu, içinde yaşadığınız kültürel geleneğe bağlıdır.
Dolayısıyla “Ahlaklı olmak için dine ihtiyacımız var mı?” sorusuna bir cevabımız var: Hayır.
Sezgisel dinî inançlarımızın ahlaki sezgilerimizle zorunlu bir bağlantısı yok gibi görünüyor; belki de doğaüstü varlıklara saygı duyma gibi özel bir durum hariç tutulabilir.
Öyle görünüyor ki sonunda Sokrates’e cevap verebiliriz. İyilik tanrılar tarafından sevildiği için iyi değildir; daha ziyade, tanrılar bilse de bilmese de ya da umursamasa da yine de iyidir. Ne yazık ki bu durum, Pew tarafından bu konuda yapılan araştırmada yer alan insanların çoğunun, istemeden de olsa, dünyanın dinî liderleri tarafından yanlış yönlendirildiğini göstermektedir.
Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım
İyi günler Sosyolog Ömer Yıldırım, hayvanlara yardım etmek ahlaklı bir davranış mıdır?