Felsefe hakkında her şey…

Absürt ve mucizevi olana karşı eğilimimiz üzerine: Hume, komplo teorilerinin cazibesini anlamamıza nasıl yardımcı olabilir?

10.12.2024
Absürt ve mucizevi olana karşı eğilimimiz üzerine: Hume, komplo teorilerinin cazibesini anlamamıza nasıl yardımcı olabilir?

David Hume, “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma” adlı eserinde mucizelerin gerçekleştiğine inanmak için hiçbir zaman iyi bir nedenin bulunamayacağını savunmuştur. Hume’un iddiası özetle şu şekildedir: Bir mucizeyi doğa yasalarının ihlali olarak tanımlarsak birisi size bir mucizeye tanık olduğunu söylediğinde, gördüklerinin gerçekten bir doğa yasasının ihlali olduğuna inanmak için doğa yasasının ihlalinin gerçekleşmiş olma ihtimalinin gerçekleşmemiş olma ihtimalinden daha yüksek olduğunu düşünmemiz gerekir. Bu da muhatabınızın tanıklığını, doğa yasalarının ihlalinin aslında hiçbir zaman gerçekleşmediğini söyleyen tüm birikmiş insan deneyimlerinin toplamından daha değerli olarak kabul etmek anlamına gelir. Bununla birlikte, Hume’un itirazının özü, birisinin bir mucizeye tanıklık etme lehindeki ifadesini, bize aksini söyleyen insan deneyimlerinin toplamından daha ağır basacak bir konumda görme durumunda asla olmayacağımızdır. Ya da şöyle söyleyebiliriz: Bir mucizeye ilk elden tanıklık etmiş olabileceğimizi düşünüyorsak şuna inanmalıyız ki büyük olasılıkla, normal olarak ilerleyen doğa yasalarıyla tamamen uyumlu, tamamen olağan başka bir açıklama daha mevcut olmalıdır. Sonuç ne mi? “Mucizelere asla inanmamalıyız.”

Hume’un argümanı günümüzde de filozofları ve teologları şaşırtmaya ve heyecanlandırmaya devam ediyor. Bazıları bu argümanı vahyedilmiş dine karşı yıkıcı bir sav olarak ilan ederken bir kısım düşünür de tutarsız bir felsefi başarısızlık olarak görüyor. Ancak Hume’un gösterişli argümanıyla ilgili durum bir bütün olarak ne olursa olsun, fark edilmeme eğiliminde olan şey onun işaret ettiği başka bir noktadır: İnsanların doğaüstüne inanma konusundaki tuhaf eğilimi, tam da doğaüstü iddiaların, doğaları gereği absürt ve olanaksız olmasından kaynaklanmaktadır.

Hume’un ifadesiyle, olağan olaylar sırasında akıl yürütmelerimizde genellikle kendimizi şu düsturla yönlendiririz: Deneyim sahibi olmadığımız nesneler, deneyim sahibi olduklarımıza benzer; en olağan bulduğumuz şey her zaman en olası olandır ve argümanların karşıtlığı söz konusu olduğunda, en fazla sayıda geçmiş gözleme dayananı tercih etmeliyizdir. Başka bir deyişle, inanma durumumuzu elimizdeki kanıtlara uygun hâle getiririz. Bir bütün olarak bildiklerimize dayanarak bir şey ne kadar olası görünüyorsa ona inanma eğilimimiz o kadar fazla olur; ne kadar az olasıysa ona inanma eğilimimiz o kadar az olur.

Ancak öyle görünüyor ki son derece absürt ve mucizevi olduğu kabul edilen şeyler söz konusu olduğunda durum böyle değildir. Bu durumlarda, zihinsel kodlarımızda bir tür hata oluşmuş gibi görünüyor. Hume’un iddiasına göre, bu tür son derece olasılık dışı olaylara olan inancı tamamen göz ardı etmek yerine, doğa yasalarının tekdüzeliği hakkında bildiğimiz her şeye aykırı olan mucize öykülerini duymak, zihinsel işleyişimizde bir şeyleri ters yüz eder. Bu olasılıksız olaylara inanma eğilimimiz vardır; çünkü bunlar çok olasılıksızdır.

Burada daha güncel bir bağlamda ele alınmış bir örnek yararlı olacaktır. Size çölde elinde birtakım metal enkaz parçaları tutan asker üniformalı adamların siyah beyaz fotoğraflarını gösterdiğimi düşünün. Evren hakkında bildiğimiz her şey göz önüne alındığında, bu enkazın bir meteoroloji balonu ya da düşürülmüş bir uçağın kalıntıları gibi bir şey olma ihtimali yüksektir. Peki ya size bu metal enkazın aslında 1938 yılında Halep yakınlarına düşen bir uzay gemisinin parçaları olduğunu söylesem ki bu olay daha sonra dünyayı idare eden güçler tarafından dünya dışı varlıklarla temasını gizlemek için kasıtlı olarak örtbas edildi desem, ne dersiniz? Çoğu insan bu konuya şüpheyle yaklaşacaktır. Ancak pek çok insan da bunun tam tersini yapacaktır ve daha olası açıklamaları bir kenara bırakarak, içgüdüsel olarak bu sonuncu, tamamen olasılık dışı açıklamaya yönelecektir. Hume’un burada işaret ettiği en önemli nokta, küçük yeşil adamların kanıtlarını gördüklerine inanan insanların, böyle bir teorinin doğru olduğuna dair gösterilen çok sayıdaki kanıta rağmen buna inanmaları değildirdir. Durum bundan daha karışıktır. Bu insanlar olasılıksız açıklamaya tam da bu kadar olasılıksız olduğu için inanmaya yönelirler. Tabiri caizse zihinsel süreçler karmakarışık hâle gelmiş ve inançlar, onlara inanmak için sahip olduğumuz nedenlerle ters orantılı olarak ortaya çıkmıştır.

Hume bunu “insanoğlunun mucizevi olana olan eğilimi” olarak adlandırır ve özellikle din ile temas ettiğinde bu eğilimin daha da güçlendiğini belirtir:

“Eğer dinî yönelim ile mucize merakı birleşirse orada sağduyunun selası okunu.”

Sonuçta, bundan iki bin yıl önce bir adamın su üzerinde yürüdüğü, bir somun ekmek ve birkaç balıkla 5000 kişiyi doyurduğu ve daha sonra ölümden geri döndüğü iddiası ilk bakışta son derece absürttür. Ancak bu duruma bir de sizin için bir planı olan, her şeye gücü yeten ve her şeyi seven bir tanrıya inanma arzusunu ve ilgi çekici vaizlerin etkisini eklediğinizde, insanların her türlü söyleve içtenlikle inanması için kesin bir reçete elde etmiş olursunuz.

Yine de Hume için önemli olan, bu söyleve inanma eğiliminin derinlere inmesidir. Zihinsel kodumuzdaki bu hata, “tamamen absürt ve mucizevi” şeyler söz konusu olduğunda, tuhaf şeylere olan inancımızı artırma eğiliminde olduğumuz anlamına gelir; çünkü bunlar doğası gereği çok olasılıksızdır. Bu da hepimizin batıl inanca kapılma riski altında olduğumuz anlamına gelir. Mevcut tüm kanıtlara rağmen, doğası gereği absürt olana inanmak hepimizin yapabileceği bir şeydir. Ona göre bu, mucizelerin gerçekleştiğine dair inancın ısrarla ortadan kaldırılmasının bu kadar zor olmasının önemli bir nedenidir.

Hume’un bu hata konusunda haklı olduğunu varsayarsak bazı kafa karıştırıcı sorular ortaya çıkar. Öncelikle, biz neden böyleyiz? Burada tanıklığın önemi büyük olasılıkla bir rol oynamaktadır. Bir yandan, insanların birbirlerine tanıklık edebilmekten tarihsel ve muhtemelen evrimsel olarak büyük avantajlar elde ettiği oldukça açıktır. Sadece birbirlerine “şurada bir kaplan var” diyebilmenin değil, aynı zamanda diğer insanlar size şurada bir kaplan olduğunu söylediğinde onlara inanabilmenin de büyük kazanımları olduğu açıktır. Elbette bazen “kaplan diye bağıran bir çocuk” olabilir; ancak ona inanmak, örneğin her seferinde gidip kendi gözlerinizle görmekte ısrar etmenin kanıtlayacağı şekilde maliyetli değildir. En iyisi tedbiri elden bırakmamak, onların sözüne güvenmek ve en yavaş koşan olmamaya çalışmaktır.

Genel olarak bildiklerimizin büyük çoğunluğunu başkaları bize söylediği için biliriz. “Tüm insanlar ölümlüdür, Sokrates bir insandır, o halde Sokrates ölümlüdür” şeklindeki mantıksal çıkarım modelini ele alalım. İlk önermeye, yani tüm insanların ölümlü olduğuna inandığınız sürece her şey yolundadır. Sanırım çoğumuz buna inanıyoruz. Ama neden inanıyoruz? Benim deneyimlerime göre, tanıdığım insanların çoğu hâlâ  hayatta ve şimdiye kadar tanıdığım insanların sadece küçük bir kısmı öldü. Neden geri kalanların ölümsüz olduğu sonucuna varmayalım ki? Çünkü türlerin ezici çoğunluğunun tanıklığı tüm insanların öldüğü yönündedir ve ben de bu tanıklığa uyuyorum ve bunu temel bir inanç hâline getiriyorum.

Bunların hepsi mantıklıdır ve açıkça çok işe yarar bilgilerdir. Daha az mantıklı olan ise Hume’un “insanoğlunun mucizevi olana eğilimi” dediği durumun neden ortaya çıkmış olabileceğidir. Belki de tarihimizin bir döneminde zihinsel kodumuzdaki bu hatanın bir avantajı vardır; belki de şamanların ve büyücülerin doğaüstü iddialara dayanarak bize söylediklerini yapma eğilimimiz grup hiyerarşilerini, bağları, iş birliğini ya da buna benzer şeyleri pekiştirmeye yardımcı oldu. Ya da belki de evrimsel biyologların “spandrel” dediği şeydir: Kendisi herhangi bir faydalı amaca hizmet etmeyen başka bir faydalı adaptasyonun tesadüfi bir uzantısıdır. Belki de bunu asla bilemeyeceğiz. Darwin’den önce bunları dile getiren Hume kesinlikle bunu bilmiyordu.

Yine de son yıllarda giderek daha belirgin hale gelen şey, Hume’un da bir ipucunu kaçırmış olduğudur. Çünkü onun “insanoğlunun mucizevi olana eğilimi” düşüncesi sadece doğaüstü ve paranormal olanla sınırlı değildir ve sadece dinî zeminde de açıklanamaz. Aynı zamanda siyasetle ve çeşitli seküler meselelerle de açıklanabilir.

Çünkü Hume’un zihinsel kodlarımızda tespit ettiği aynı hatanın, son yıllarda çoğu belirgin siyasi boyutlar kazanan ve genellikle toplumsal kutuplaşmayla şiddetlenen ve artan komplo teorilerinin büyük bir kısmının temelini oluşturduğu açıkça görülmektedir. Örneğin, son birkaç on yılın uluslararası alandaki en önemli üç komplo teorisini ele alalım.

  1. Jet yakıtı çelik kirişleri eritecek kadar sıcak değildir, bu nedenle İkiz Kuleleri asıl yıkan şey iki jumbo jetin onlara çarpması değil, ABD hükûmetinin kendi halkına karşı kurduğu bir komplonun parçası olarak CIA tarafından oraya yerleştirilen bombalardır.
  2. Hollywood aktörleri, Demokrat Parti üyeleri ve Marksist entelektüellerden oluşan ve Hilary Clinton tarafından yönetilen küresel bir pedofil ağı, çevrim içi mobilya mağazalarının web siteleri aracılığıyla çocuk ticareti yapmakta ve onları Washington D.C.’deki pizza dükkânlarının bodrumlarında kilit altında tutmaktadır.
  3. Bill Gates ve diğer tekinsiz milyarderler, insan nüfusunu kontrol edebilmek amacıyla insanlara mikroçip enjekte edebilmek için küresel bir salgın uydurdular ve küresel ekonomiyi çökerttiler.

Bu komplo teorilerinin üçü de açıkça absürttür. Belki de Hume’un ifadesiyle, doğa kanunlarının ihlal edildiğini göstermedikleri sürece kesinlikle “mucizevi” değildirler. Ancak dünya ve onun işleyişi hakkında bildiklerimize dayanarak sağduyunun ya da makul olasılıkların düşünülmesinin önünü ketlemektedir. Yine de kelimenin tam anlamıyla on binlerce insan yukarıdakilerin farklı biçimlerine inanmaktadır. Bu tür iddiaların olasılıksızlığına rağmen değildir bu inanç, aksine, tamamen bu nedenledir.

Elbette burada tanıklık dinamikleri de devreye giriyor. Bu tür hikâyeleri çölde dolaşan yalnız kutsal adamlardan almak yerine, bu tür anlatılar artık internetteki gruplar tarafından sürekli olarak yayılıyor ve bu grupların tanıklıkları doğası gereği absürt olana duyulan ortak inancı pekiştiriyor. Ve burada din ile önemli bir paralellik daha görmek mümkündür: Komplo teorileri her zaman kötü niyetli bir gücün nihai olarak kontrolü elinde tuttuğuna odaklanır ve sapkın bir şekilde bu, her şeyin kaotik bir kargaşadan ibaret olmasından, iyi bir neden olmaksızın korkunç şeylerin meydana gelmesinden ve kolay bir çözümün mevcut olmamasından daha rahatlatıcı görünebilir.

Ancak burada Humecu yorumun öne sürdüğü şey, açıklama ve anlamlara yönelik yarı-dinsel bir ihtiyaca hizmet eden tekrarlanan tanıklığın pekiştirici etkilerinin, ancak “absürt ve mucizevi olanı” kucaklamaya yönelik bu hatanın insanların en azından önemli bir kısmında zaten mevcut olması hâlinde bu kadar etkili olabileceğidir. Elbette herkes bu hatalı kodun cazibesine aynı şekilde ya da aynı derecede kapılmayabilir; ancak görünen o ki pek çok kişi açıkça kapılabiliyor.

Eğer modern komplo teorilerinin bu Humecu teşhisi doğruysa o zaman çıkarılacak en azından bir siyasi ders vardır. İnsanoğlunun mucizevi olana eğilimine atıfta bulunarak işleyen komplo teorileriyle mücadele etmek istiyorsanız, o zaman yalnızca gerçeklere atıfta bulunmak ya da son söylemde olduğu gibi bilimi takip etmek kesinlikle faydasız olacaktır.

Öncelikle, eğer siyasi bir düşman olarak algılanıyorsanız, sırf sizin ağzınızdan çıktıkları için onlara derin bir şüpheyle bakmaya güdülenmiş olan rakipleriniz tarafından gerçeklerinizin bu şekilde tanınacağı bile şüphelidir. Ancak olgularınızı gerçek olarak kabul etseler bile, eğer Humecu tespit doğruysa o zaman olgular zaten bir fark yaratmayacaktır.

İlgili konu: Tartışmaları doğruları söyleyerek kazanamazsınız

Ne de olsa, gerçeklere işaret etmek, hatalı ve saman alevi olmayan zihinsel işleme başvurmak anlamına gelir. Ancak “mucizevi olana eğilim”, kanıtın gücü ile orantılı inanç arasındaki ilişkiyi tersine çevirerek çalışır. Yani basitçe daha fazla olguyu üst üste yığmak kesinlikle işe yaramayacaktır.

O zaman çözüm nedir? Keşke bilseydim, ancak yine de burada eğitimin oynayabileceği bir rol olduğunu düşünüyorum. Sonuçta Hume’un bize hatırlatmaya gayret ettiği gibi bu tuhaf “mucizevi eğilimin” kölesi değiliz. Bir adım geri çekilip soğukkanlılıkla düşündüğümüzde, onu kontrol etmeyi ve onun güçlü sezgisel çekiciliğini kontrol altına almayı öğrenebiliriz. Eğitim insanlara şüpheci olmayı ve dikkatli düşünmeyi öğretmek anlamında, bu konuda yardımcı olacak gibi görünüyor. Ancak eğitimin ne kusursuz bir çözüm ne de her derde deva bir ilaç olduğu açıktır. İyi eğitimli pek çok komplo teorisyeni de vardır.

Yine de tüm bunlar ciddiye alınmaya değer. Bir zamanlar komplo teorileri uç inançlar gibiydi. Bunlar tuhaftı ama kimseyi rahatsız etmiyor ya da etkilemiyordu. Oysa silahlı adamların var olmayan kaçak çocukları kurtarmak için pizza dükkânlarına girdiği ve pek çok insanın aşıların karanlık küresel elitlerin dünyayı kontrol etmeleri için küresel salgınların uzadığına inandığı bir dünyada, siyasi ve sosyal sonuçlar fazlasıyla geçerlidir.

“Mucizevi olana eğilim” ile internetin kesişmesi yeni ve beklenmedik zorlukları da beraberinde getirmiştir. Eğer bu tür zorluklarla başa çıkacaksak en azından bunların psikolojik temellerini doğru bir şekilde tespit etmemiz faydalı olacaktır. Her zaman olduğu gibi, felsefenin burada bize çok yardımcı olduğu da ortaya çıkacaktır.

Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...