Felsefe hakkında her şey…

Devlete Öncelik Veren Siyasal Kuramlar

13.11.2019
1.481

Birey, toplum ve devlet gerilimli ilişkisinde, özellikle devletin bireylerden bağımsız bir varoluşa sahip olduğunu düşünen filozoflar, devleti kendinde varlık olarak kurgulayarak, başlıca sadakat odağı haline getirirler. Bu düşünürlere göre devlet, bireylerin toplamından fazlasını ifade eden organik bir yaşam biçimidir.

Organik toplum kuramı yine liberalizm ve sosyalizm gibi 19. yüzyılın bir ürünü olan milliyetçilikte ve ulus-devletle birlikte beliren Rousseaucu cumhuriyetçilikte asıl olarak kendisini gösterse de, kuramın kökenleri Aristoteles’te bulunabilir. Aristoteles insanı “toplumsal/siyasal hayvan” olarak tanımlarken siyaseti de insanın varoluşsal koşulu olarak belirler. Bu açıdan toplumun/siyasetin olmadığı bir yerde kişi olarak insandan da söz edilemeyeceğine göre, toplumsal olanın özel olana önceliği vardır. Bu öncelik kent-devletinin kendi kendine yeten en küçük birim anlamında bir erek olmasından kaynaklanır (Aristoteles 2004, s. 33). Aristoteles kendi kendine yeterliliği, başka bir deyişle erek oluşu, şehir ve canlı organizma arasında kurduğu bir analojiyle açıklar. Nasıl ki bir canlı farklılaşmış fonksiyonların toplamına indirgenemezse, Aristoteles için şehir de yurttaşların toplamından farklıdır:

“Bir şehir (…) birbirine benzemeyen parçalardan oluşur. Bir canlı yaratığın (hayvanın) beden ve ruhtan, ruhun akıl ve tutkudan, bir çiftin koca ve karıdan, bir işyerinin efendi ve köleden meydana gelmesi gibi, bir şehir de bütün bunlardan ve hepsi ayrı ayrı daha birçok şeyden oluşur” (Aristoteles 2004, s. 74).

Dikkat edilirse toplum/siyasal düzen -ya da amacımıza uygun olarak devlet- Aristotelesçi gelenek dâhilinde, kendisini oluşturan bireylerin toplamından fazlasını işaret eder.

Yüzyıllar sonra Jean Jacques Rousseau da toplum ile organizma arasında Aristoteles’le benzer bir analoji kurar:

“Siyasal toplum, tek başına ele alınırsa, örgenleşmiş, canlı ve insan vücuduna benzeyen bir vücuttur. Egemen iktidar bunun başını temsil eder; yasa ve görenekler beynidir, yani sinirlerin başı ve anlama yetisinin, istemin ve duyuların mekânıdır; yargıçlar ve yüksek idareciler bu vücudun organlarıdır; ticaret, sanayi ve tarım ortak geçinme olanaklarını hazırlayan ağız ve midedir; kamusal gelir kandır; (…); yurttaşlar, makineyi harekete geçiren, yaşatan, çalıştıran ve hiçbir yerinden yaralanmaması gereken gövde, kollar ve bacaklardır; canlının sağlığı yerindeyse, yaralanma izlenimi acı olarak hemen beyne ulaşır. (…); bütün parçaların karşılıklı duyarlığı, içsel denklik ve uyumudur. Bu karşılıklı iletişim kesildi mi, biçimsel birlik yok oldu mu ve komşu parçalar sadece yan yana oldukları için birbirlerine ait göründüler mi, insan ölür veya devlet dağılır” (Rousseau 2005, s. 12).

Hem Aristoteles’in hem de Rousseau’nun görüşlerinde siyasal toplumun önceliğine mal edilmiş bu nitelikler, özellikle ulus-devletlerin kurulmasından sonra, siyasal toplumun taşıyıcısı olarak vurguyu devlete kaydıracaktır. Aristoteles’te toplum, Rousseau’da siyasal toplum olarak adlandırılan organizma, Fransız Devriminin -her ne kadar bir amaç olarak hedeflememişse de- devlet ve toplum arasında kurduğu paralellik sonucunda, devletin kendisini oluşturan bireylerin akılcı tercihlerinden bağımsız, objektif bir düzen olarak değerlendirilmesine yol açar. Bu açıdan devlet, bireylerin karşılığında kamu hizmeti üstlenerek bazı korunmaları elde ettiği bir mekanizma olmayıp, bütün bireysel seçimlerin ön koşulunu oluşturur.

Devletin bireysel seçimlerin ön koşulu olarak varlığı, bireylerin ahlakiliğinin ancak içinde bulundukları toplum dolayımıyla varoluşunun bir sonucudur. Organik devlet anlayışına göre bireyler içinde bulundukları toplumsal yapıdan büsbütün bağımsız seçimlerde bulunamazlar; çünkü bireyler için sunulan seçenekler, bireyin içinde doğduğu toplumun onayından geçer. Bu durumda hukuki ya da siyasi kurumların kendileri, bireylerin özgür irade ile seçimlerinin ürünleri değil, bizzat seçeneklerin yaratıcısıdırlar. Devlet ise bireylerin kendiliğinden yaratamayacakları bu kurumların süreklilik ve istikrarının cisimsel bir ifadesidir. Devletin bireylerden ayrı ve bireysel çatışmaların üzerinde bulunan objektif bir düzen olarak kavranışı, en iyi ifadelerinden birini G. W. F. Hegel’de bulur.

Hegel devleti, sivil toplumu oluşturan tek tek bireylerin üzerinde bulunan ve bireylerin arasındaki ilişkileri düzenleyen objektif bir hukuk düzeni olarak tanımlar (Hegel 1991, s. 173-195). Bütün sosyal düzen de, bu egemen gücün eseridir ve devletin yokluğunda sosyal düzen bozularak kaotik bir ortam baş gösterir. Bunun nedeni bireylerin, liberal kuramların ileri sürdüğü gibi yalnızca bireysel çıkarlarının peşinden koştukları bir durumda, bireysel çıkarlarından bağımsız olarak objektif kurumları yaratmalarının olanaklı olmayışıdır. Bu nedenle Hegel ve objektif devletin tüm savunucuları, devletin tarihte ve gelenekte evrimsel olarak oluştuğunu ileri sürerek onu, çıkarlar ya da doğal haklar gibi bireysellik kazandıran ilkelerden bağımsız olarak ele alırlar. Organik devletin savunucuları için devlet, liberal kuramların aksine, bireylerden bağımsız bir gerçekliktir. Başka bir deyişle, organik devlet savunucuları için devlet kavramı ontolojik bir gerçekliktir. Devletin olmadığı bir ortamın kaosa dönüşme tehdidi ve devletin ahlaki önceliği düşünüldüğünde, organik devlet savunucuları açısından devlet, başlı başına ortak iyi ve kendinde bir amaçtır.

Konu Başlıkları:

– Muhafazakârlık-milliyetçilik ekseninde devlet-birey-toplum ilişkileri
– Devlet-toplum-birey denkliği: faşizm

Derleyen:
 Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 3. Sınıf “Çağdaş Felsefe Tarihi” Dersi Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...