Felsefe hakkında her şey…

Gilles Deleuze

05.11.2019
4.817
Gilles Deleuze

Gilles Deleuze, 18 Ocak 1925’te Paris’te doğdu ve gençlik dönemleri hariç tüm hayatı boyunca burada yaşadı. Birinci Dünya Savaşı gazisi, muhafazakâr, Yahudi karşıtı bir mühendisin oğluydu. Deleuze’ün erkek kardeşi, Nazilerin Fransa’yı işgali sırasında direniş faaliyetleri iddiasıyla Almanlar tarafından tutuklandı ve Auschwitz’e götürülürken yolda öldü.

Ailesinin maddi durumu iyi olmadığı için Gilles Deleuze savaştan önce bir devlet okulunda eğitim gördü. Almanlar Fransa’yı işgal ettiğinde Deleuze Normandiya’da tatildeydi ve bir yılını orada eğitim alarak geçirdi. Normandiya’da, kendisinden ilham aldığı bir öğretmenin etkisi altında Gide ve Baudelaire gibi isimleri okumaya başladı. Daha sonra verdiği bir röportajda, bu dönemde yaşadığı deneyimin sonrasında akademik olarak hiçbir zaman güçlük çekmediğini, bu dönemin kendi hayatında akademik anlamda bir dönüm noktası olduğunu belirtmiştir.

Gilles Deleuze daha sonra Paris’e dönüp lise eğitimini tamamladıktan sonra 1945’te gelecek vadeden öğrenciler için yoğun bir eğitim süreci olan kâgne‘ını tamamladığı Lycée Henri IV‘e devam etti ve ardından Sorbonne’da Jean Hippolyte ve Georges Canguilheim gibi isimlerle felsefe çalıştı.

Öğretmenlik mesleğine giriş için gerekli olan yeterlik derecesini 1948’de aldı ve 1956’ya kadar çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı. Bu yıl aynı zamanda D.H. Lawrence’ın Fransız çevirmeni Denise Paul “Fanny” Grandjouan ile evlendi. David Hume üzerine yazdığı ilk kitabı Empiricism and Subjectivity 1953 yılında, 28 yaşındayken yayımlandı.

Sonraki on yıl boyunca Deleuze, Fransız üniversitelerinde bir dizi akademik görevde rol aldı ve 1962’de Nietzsche üzerine yazdığı “Nietzsche and Philosophy” adlı önemli eseri yayınladı. Onun uzun ve önemli bir dostluk kurduğu Michel Foucault ile tanışması da bu döneme rastlar. Aralarındaki dostluk öylesine güçlüydü ki Foucault öldüğünde, Deleuze onun çalışmalarına dönük olarak “Foucault” adlı kitap uzunluğunda bir inceleme ithaf etti.

Deleuze 1968’de doktora tezi Difference and Repetition and Expressionism in Philosophy: Spinoza adlı çalışmasını yayınladı. Bu aynı zamanda Deleuze’ü hayatının geri kalanında uğraştıracak olan akciğer hastalığının ilk büyük rahatsızlığının görüldüğü dönemdi.

Deleuze 1969’da Paris VII Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı ve 1987’de emekli olana kadar burada ders verdi. Aynı yıl, başta iki ciltlik Capitalism and Schizophrenia, Anti-Oedipus (1972) ve A Thousand Plateaus (1980) olmak üzere bir dizi etkili metni birlikte yazdığı Felix Guattari ile tanıştı. Bu metinler kendisi dâhil birçok kişi tarafından Mayıs 1968’de Fransa’da yaşanan siyasi hareketliliğin bir anlatımı olarak görülmüştür. Yetmişli yıllar boyunca Deleuze, Groupe d’information sur les prisons üyeliği de dahil olmak üzere bir dizi davada siyasi olarak aktif rol almış ve eşcinsel hakları ile Filistin kurtuluş hareketiyle ilgilenmiştir.

Seksenli yıllarda Deleuze sinema (The Movement-Image, 1983; The Time-Image, 1985) ve resim (Francis Bacon, 1981) üzerine bir dizi kitap yazdı. Deleuze’ün Guattari ile son ortak çalışması olan “What is Philosophy?” 1991’de yayımlandı. Guattari 1992’de öldü.

Deleuze’ün edebiyat ve ilgili felsefi sorular üzerine denemelerinden oluşan son kitabı Essays Critical and Clinical 1993 yılında yayımlandı. Deleuze’ün akciğer hastalığı 1993’te onu oldukça kısıtlamış, yazmasını bile zorlaştırmıştı. Deleuze 4 Kasım 1995’te intihar etti.

Deleuze’ün düşünce hayatı

Düşünceleriyle döneminin pek çok büyük düşünürüne öncülük etmekle kalmayıp felsefe tarihindeki önemli filozofların düşüncelerine getirdiği açımlamalarla felsefe tarihinin yeniden yazılmasının gereğini başarıyla gösteren Fransız felsefecidir.

Gilles Deleuze

Gilles Deleuze

Deleuze ortaya attığı savlarla felsefe tarihindeki kendine özgü yerini almış olsa da düşüncelerinde “ilk ilkeler” ile başlamak yerine felsefe tarihine ortalarda bir yerlerden katılmanın doğruluğunun savunulduğu gözlenmektedir. Yöntem bilgisi bakımından bu savununun oldukça sağlam felsefi temelleri vardır.

Felsefe tarihine ortada bir yerden başlayarak Deleuze, ayrım felsefesini başlatabilmenin, durağan bir varlık tasarımına dayanmayan bir felsefe düşünüşüne olanak tanıyabilmenin önündeki en büyük engel olarak gördüğü “özne-nesne” ilişkilerini devirmeyi amaçlamaktadır.

Ayrım Felsefesinden Deleuze’ün anladığı, gösteren ile gösterilen ilişkisine saplanıp kalmamış, tam anlamıyla bir “olay” felsefesidir. Anlatım biçimlerinden ayrılamayan bir güçler almaşığından oluşan bir içeriğin biçimidir bu. Felsefe serüveninin hemen bütün aşamalarında Deleuze, organsız bir bedene, uzamsız ve zamansız bir süreye benzettiği, sürekli oluşlardan oluşan ama kavramların kavrayamayacağı yepyeni bir düşünme olanağını temellendirmeye çalışmıştır.

Bu radikal felsefe izlencesinin en açık biçimiyle Guattari ile birlikte geliştirdikleri “köksap” (rhisome) kavramında dile geldiği söylenebilir. Köksap, bir özneye ya da nesneye sabitlenebilen, ama buna karşın hiçbir birliği ve bütünlüğü olmayan bir çokluktur. Sabit bir düzeni ya da türdeşliği olmamasına karşın, köksapın herhangi bir noktası herhangi bir başka noktasıyla bağlantılı olabilir, daha doğrusu olmak zorundadır. Şu ya da bu noktasından kırılabilir ya da kopabilir, ancak eski bağlantılar yeniden sap verecek, ayrıca yeni bağlantılar da ortaya çıkacaktır. Bu anlamda köksapın bağlantılarının hep bir haritası olmasına karşı yapısal ya da belli bir kökene bağlı bir oluşumu, oluşturulma mantığı yoktur. Dolayısıyla köksap bir model olmak yerine, karşılaşmaların önünü açan, felsefeyi bir harita bilgisine dönüştüren bir uçuş hattıdır daha çok.

Deleuze’e göre, felsefe tarihinde kendi ilgisini çeken filozofların hemen tümünün ortak bir özelliği bulunmaktadır: hepsi de belli ölçülerde felsefe tarihinden kaçmıştır. Bunun da ötesinde aralarında yok denecek kadar az bir düşünsel ilişki söz konusudur.

Deleuze‘ün en çok ilgisini çekmiş olan filozofların başında Stoacılar, Hume, Bergson, Nietzsche, Leibniz ve en çok da Spinoza gelmektedir. Bu filozofların arasındaki benzerlik, aralarında gerçekte ne olup bittiğini ortaya açıklıkla serecek özel bir teknikle yaratmak zorundadır. Nitekim Deleuze’ün felsefe tarihi üzerine yazdığı yazılara bakıldığında, bunların tümünün de felsefe tarihi yapmaktan çok yaratmak, “felsefece bir yer bilgisi” oluşturmak amacı doğrultusunda kaleme alındıkları daha ilk bakışta anlaşılmaktadır. Bu teknikte tek başına hiçbir filozofun düşüncesinin model olarak alınmasına izin yoktur. Deleuze bunu gerçekleştirmek için felsefe metinlerinin gerisindeki ilk ilkeleri aramak yerine, felsefe tarihine yaklaşırken olduğu gibi her özgül felsefeye de ortasından yaklaşmıştır.

Deleuze’ün en önemli Felsefe tarihi yaratımlarından biri kendisinin “düşman üzerine yazılmış bir kitap” diye nitelendirdiği Kant’ın Eleştirel Felsefesi”dir (La Philosophie cıitique de Kant, 1963). Kant ilk bakışta ussallığın “arkitektonik”ini temellendirmek için yetileri uyum içinde bir araya getirme düşüncesiyle hareket etmesine karşın, Deleuze’e göre odaklanılması gereken asıl konu Kant’ın yetilerin birbirinden ayrılmasını nasıl olanaklı hale getirdiğidir. Buna göre Kant, yetiler arasında bir uyum sağlamak bir yana, imgelem ile us arasındaki, anlama ile iç duyum arasındaki sonu gelmez kavgayı daha da şiddetlendiren bir felsefe yapılandırmıştır. Ne var ki bu kavgaya içkin uyumsuzluğun en önemli, en şaşırtıcı sonucu ortaya bir uyum çıkarıyor olmasıdır.

Bundan böyle yetiler aynı zamanda peş peşe gelişleriyle ya da uzamdaki bitişiklikleriyle belirlenebilir olarak gözükmezler. Kuşkusuz böyle bir Kant okuması yapılabilmesinde, Deleuze’ün Hume’un felsefesine duyduğu düşünsel yakınlığın büyük bir etkisi vardır. Burada söz konusu olan Hume “duyulur idealar/düşünülür idealar” karşıtlığıyla deneyciliği temellendiren Hume değil “A ile b” arasındaki dışsal ve değişken ilişkinin yerine “A, B”dir biçimindeki, içsel ve özsel ilişkiyi geçiren Hume’dur. Bu türden bir felsefe hamlesi “olmak” eyleminin altını oyarak, daha da önemlisi onun yerine “ile, ile, ile” biçiminde anlatılabilecek bir oluş dizisini yerleştirerek felsefi yer bilgisinin yerleştirilmesine olanak tanımaktır. Eş derecede önemli olmak üzere “ile”nin “dır”ın yerine geçirilişi, tek tek parçaları aşan kapalı birliklerin tam tersine dizgelerin, birliklerin ve bütünlüklerin uçlarının açık olmasını sağlamaktadır.

Filozoflar çok büyük ölçüde birlik kavramı ile başlayıp sonra onun karşıtı olarak çokluk kavramını türettiklerinden, çokluğu aynı olduğu gibi, nasılsa öyle, kapalı bir birlik tasarlamaksızın düşünmek için Deleuze uzam yerine zaman doğrultusunda düşünmeyi öğrenmemiz gerektiğini vurgulamaktadır.

Bir başka açıdan bakıldığında, bu açıkçası Deleuze’ün Bergson’un felsefeye en büyük katkısı olarak nitelendirdiği şeydir. Buna göre, madde dünyasında (aynı şekilde sinemada da) hareket imgesi bellek süresinin gevşeyip genişlemesinden, yani zaman imgesinden doğmaktadır.

Deleuze Bergson’dan önce Nietzsche’de belleğin “aynı olanın olma”sı değil de “oluş ile ayrımın dönüşü” olduğunu görmüştür. Hume’un izinde yürüyen Deleuze, Nietzsche’yi de tam anlamıyla destekleyecek biçimde, bütün bedenlerin güçler arasındaki çok çeşitli ilişkilerden oluştuğunu ileri sürer. Bu anlamda “erk istenci” güçler ile ilişkiye geçerken oluşu, ayrımı ister. Bir güç kendi erkini çoğaltabildiğince çoğalttığında, onun istenci taşıdığı erkin dışavurumudur buna bağlı olarak isterken de ayrım ile rastlantıyla olanı olurlamış olur.

Hume, Nietzsche, Stoacılar, özellikle de Spinoza’dan aldığı esinle Deleuze, “olumsuzlama eleştirisinde gizli duran bir bağlantı” diye adlandırdığı şeyi ortaya çıkarmıştır; neşenin işlenmesi, nefret edilen içerisi, güçler ile onların ilişkilerinin dışardalığı, gücün duyulması. Bu keşfe yol gösteren temel çizgi derin ve kendi içinde tutarlı bir “karşı Hegelcilik” anlayışıdır.

Deleuze’ün Bergsonculuk (Bergsonisme, 1966) adli yapıtında bu “karşı Hegelcilik”, Hegel’in birlik ile çokluk kavramlarının belirsizliğine ve genelliğine karşı Bergson’un yapağı eleştiri doğrultusunda ortaya serilirken, Nietzsche ile Felsefe (Nietzsche et la philosophie, 1962) adlı yapıtındaysa “Sen kötüsün; demek ki ben iyiyim” mantığı üzerine kurulu değerler, içeriye dönük bir gücü çoğaltan eylem yerine dışarıya dönük egemenlik kurmayı amaçlayan bir güç anlayışını savunan köle ahlâkına Nietzsche’nin getirdiği eleştiriler doğrultusunda inceltilmektedir.

Öte yanda Deleuze’ün sürekli üzerinde durduğu Stoacı filozoflara göre, bedenler ile olaylar olmak hep şimdide var olurlar. Buna karşı maddi varlıkları bulunmayan eylemler, bedenlerin yüzeyindeki ideaları ilgilendiren olaylardır. Bedenlerin en derinlerindeki karışımlar maddi varlıkları bulunmayan olayların nedenleri yani anlamlandır, tıpkı yeşillenmek ya da zehirlenmek gibi. Bu bir halden bir başka hale geçişi anlatan oluşlar bedensel karışımların sonuçlarıdır; o nedenle de bedenlere indirgenemezler. Deleuze’ün bu noktada geliştirdiği oluş mantığı önermeler mantığının temellerini oyar; çünkü hiçbir nitelik “dır” yoluyla özneyle ilintilendirilebilecek bir özellik değildir. Nitekim her eylem sonsuz bir oluş içerisindedir.

Gilles Deleuze

Gilles Deleuze

Deleuze derslerinden ayrı olarak düşüncelerini çok önemsediği Spinoza üstüne iki ayrı kitap yazmıştır. Felsefede Dışavurumculuk: (Spinoza ve Anlatım Sorunu), 1968J başliğını taşıyan ilki doktora tezinin bir bölümünün yeniden yazımıdır.

Spinoza: Pratik Felsefe (Spinoza: Praetical Philosophy, 1970) başlıklı ikincisi ise Spinoza üzerine sonraki düşüncelerinin ayrıntılı bir resmi gibidir. Deleuze’ün felsefi yer bilgisi kurma tasarısında Spinoza’nın öteden beri ayrı bir yeri olmuştur. Bunun en temel nedeni, filozoflar içerisinde bir tek Spinoza’nın gerçek anlamda bedenin ne olduğunu, bedendeki duygu durumlar ile etkilenimlerin ne gibi içerimleri bulunduğunu, bir bütün olarak etik ve pratik bir düşünme konusu yaptığı bedenin düşünme, var olma ve eyleme gücümüzü nasıl arttıracağını sorun edinmiş olmasıdır.

Deleuze’ün verdiği açıklamaya göre, bu sorunun temel yanıtı bedenin hem öteki bedenlerden etkilenme hem de onları etkileme yeteneğinde aranmalıdır. Birbiriyle bağdaşan bedenler birbirlerinin eyleme gücünü çoğaltırken, birbiriyle bağdaşmayan bedenler ya içlerinden birinin ya da ikisinin birden eyleme gücünü azaltmaktadır. Eyleme gücündeki düşme insanlar için gerçek bir durumdur bu nedenle söz konusu insanlık durumunun yaşandığının en temel göstergesi “üzüntü” kendisine karşı savaşılması gereken bir duygudur. Pratik ya da etik düzeyde, Spinoza ile uyum içindeki Deleuze iki uçlu bir yaklaşım önermektedir: önce üzüntü veren tutkudan değersiz kılmak, sonra da bedenin hangi ilişkilerinin birbiriyle bağdaşır, hangi ilişkilerinin birbiriyle bağdaşmaz olduğunu belirlemek amacıyla bedenin parçaları arasındaki ilişkiler dizgesinin bir çözümlemesini ortaya koymak. Üzüntüyü silmek amacıyla tasarlanan bu yaklaşım, salt neşeli edilgen etkilenimlerden yaşanan neşenin nedeni ya da kaynağı olan birbiriyle bağdaşan ilişkilere, buradan da “etkin ol” diyen Spinozacı etik buyruğa doğru adımlayan bir yer bilgisinin yaratılması öngörüsüne dayalıdır.

Deleuze’ün 1969 yılında deneyimli bir ruhçözümlemeci, ayrıca da etkin bir siyasal eylemci olan Felix Guattari ile tanışması düşünsel gelişim çizgisinin önemli uğraklarından birine karşılık gelir. Üretken bir işbirliği sonucunda ikisi birlikte, bomba etkisi yaratan “kapitalizm ve Şizofreni” genel tasarısı alanda bir dizi aşırı uç felsefe kitapları yazmışlardır:

  1. Kafka Minör Bir Yazına Doğru 1975)
  2. Karşı Oedipus (L’Anti-Oedipe, 1972)
  3. Köksap (Rhizome, 1976)
  4. Bin Yayla (Mille Plateaux, 1980)
  5. Felsefe Nedir? (Qu’est-ce que la Philosophie?, 1991).

Bu işbirliğine girişirlerken bir yerde toplanma zeminlerini şöyle temellendirmişlerdir:

“Her birimiz de ayrı bir kişi olduğumuz için karşılaşmanın yer bilgisinin deneyimleneceği bir topluluk çoktan oluşmuş durumda: Artık her ikimiz de kendimiz değiliz; yardımlaşacak, birbirimizden esin alacak, kendimizi çoğaltacağız.”

Ruhçözümlemeci öğretiye karşı arzunun itici ve yıkıcı gücünü savunan Karşı Oedipus, bir yanda Odip’e ya da devlete duydukları inancı açıkça itiraf edenleri güdüleyen sürü içgüdüsü ya da arzusunun, öbür yanda devlet faşizmi ile içimizde taşıdığımız faşizm arasındaki ilişkinin tanıtlanmasını amaçlamaktadır. Bu nedenle bu kitap ruhçözümleme putuna karşı çok da fazla uslamlamada bulunmaz.

Deleuze ile Guattari, daha çok Willhelm Reich tarafından ortaya atılan “Nasıl oluyor da kitlelerin kendi bastırılışlarını istemeleri sağlanıyor?” sorusu üstünde dururlar. “O kötü, demek ki ben iyiyim” yargısının verildiği her yerde; “kaçış hatları’ ya da “yurtsuzlaştırılmış arzu akışları” diye adlandırdıkları devlete, aileye ya da toplumsal ve dinsel kurumlara bağlanıldığı her yerde faşizmin başgösterdiği saptamasında bulunurlar. İlk durumda görülen sorun, Nietzsche’nin “etkin yoksayıcılık” ile son bulacağını söylediği temel değerlerin varlığı sorunudur. İkinci durumda görülen sorunsa, bir yandan bir araya toplaşma diye bilinen çokluğun oluşumuna olanak tanırken, öbür yanda bu toplaşmalar arasındaki karşılaşmaların yolunu kesen, bağlantıların sınırlanmasına ya da koparılmasına yönelik olarak işleyen karşıt ikiliklerle düşünme üstüne yapılandırılmış kurumlar ve sıradüzenlerin varlığı sorunudur.

Deleuze ile Guattari’nin ortaklaşa yazdıkları bir öteki kitap Bin Yayla, aynı anda pek çok ayrı düzlemde düşünebilmeyi başarmak amacıyla tasarlanmıştır. “Kök- sap” diye adlandırdıkları açık uçlu bütünün gövdelendirilmesine çalışan kitabın her bir bölümü ya da “yayla”sı birbirinden bağımsız bir biçimde okunabilir; bunun yanında anılan tarihlerin belli bir düzeni ve özel bir anlamı olmamakla birlikçe her “yayla”nın sonuna bir tarih notu düşülmüştür.

Freud’un kurtadam çözümlemesinin tarihi, Yahudi tapınağının yıkılış tarihi, vampirlerin tarihi bunlardan yalnızca birkaçıdır. Söz konusu tarihler ya da olaylar, kimi dilsel kimi dilsel olmayan çeşitli gösterge dizgelerinde yerlerini bulurlar. Ama asla yaşamın bütün yönlerinin dile indirgendiği, buyurgan gösteren-gösterilen dilbilim zincirinde kendilerini göstermezler. Nitekim Deleuze ile Guattari’ye göre, Suassure’ün dilbilimi bile gösterileni (kavram) sözcük ya da ses imgesi ile sabit bir ilişki içinde olmaktan kurtarırken, bunu gösterilenler arasındaki ilişkilerin her zaman için gösterilerin değerini (anlamını) belirlediğini düşünerek salt göstereni yüceltme yoluyla yapmıştır. Buna karşı Deleuze ile Guattari, anlam olayları gerçekten bedenlerin etkileriyseler, o zaman bedenler ile dilsel dizgeler arasında bütünüyle başka bir ilişkinin kurulmasının zorunlu olduğunu savunurlar. Nietzsche’nin öne sürdüğü gibi, bir şeyin o şeyi etkileyen güçlerin sayısı kadar çok anlamı bulunduğu, ayrıca her gücün de onu etkileyen başka güçlerden oluşan bir güç karmaşığı olduğu savına dayanarak, Deleuze ile Guattari töz ile biçim arasında yapılan eski ikiliğin yerine ilki içerik ikincisi anlatım olmak üzere iki töz/biçim karmaşığı bulunduğunu söylemektedir.

Bu iki güç toplaşması birbirinden ayrılamazdır. Anlatımın biçimi (işlevlerin düzeni ya da düzenlenişi) ile içeriğin biçimi (özelliklerin düzeni ya da düzenlenişi) arasında bir ayrım, örneğin bir göçebe savaş makinesi (anlamın biçimi) ile gezici metalbilim (içeriğin biçimi) arasındaki karşılaşmada olduğu gibi, ancak çözümlemeye sağladığı kolaylıktan ötürü yapılabilecektir. Bunun dışında böyle bir ayrım yapmaların olanağı yoktur. Buna ek olarak aralarındaki karşılaşma ne zorunlu olarak ne de temelde dilbilimsel bir karşılaşmadır; çünkü dilbilim pek çok göstergebilim için- den yalnızca biri olduğu gibi en önemlisi de değildir.

Dilin rolü ile felsefenin ödevi konuları Deleuze ile Guattari’nin yine birlikte yazdıkları Felsefe Nedir başlıklı kitabın da ana konusunu oluşturmaktadır. Kitap, Guattari’nin 1992 yılında ölümü nedeniyle birlikte yazdıkları son kitap olması bakımından da ayrıca önemlidir. Bu çalişmada, Stoacılığın beden ile olaylara yaklaşımı alttan alta kendini duyurmaktadır. Deleuze ile Guattari, sanıldığı gibi bilimin değil felsefenin temel ödevinin kavram yaratmak olduğunu, felsefenin birincil ödevinin varlıklar ile şeylerden olayları söküp alarak bir “içkinlik düzlemi”, bir tutarlılık düzlemi yaratmak olduğunu savlamaktadırar. Felsefe bu anlamda, bilimin yaptığı üzere, dışsal bir gönderme düzlemi ya da aşkın bir doğruluk düzlemi aramak değildir. Bedenler ile olaylar arasında~ ayrım oldukça önemlidir burada; çünkü felsefe kavramları birbiriyle tutarlı olayların içkin değişiklerinden kurulurken, bilimsel işlevler cisimlerdeki karışımlara ya da bağlamlara odaklanırlar. Bu yüzden felsefe kavramları filozof olmayan bir arkadaş ya da bir kekeme gibi hep kavramsal bir kişi tarafından dillendirilirken, öte yanda bilimsel işlevler belli bir bakış açısına ya da bağlama yerleşmiş bir bilimsel gözlemci tarafın- dan dillendirilirler.

Deleuze felsefe tarihine, toplumsal ve siyasal felsefeye duyduğu derin ilgi yanında, yazın ile sanat alanları üzerine de pek çok çalışma yapmıştır. Sinema üzerine iki ayrı kitabı; Sade, Kafka, Proust üzerine kitapları; müzikten resme, romandan öyküye uzanan ve yazın’ın değişik alanları üstüne yazılmış birçok makalesi bulunmaktadır. Ancak bütün bu çalışmalara egemen olan temel arayış Felsefi yer bilgisinin oluşturulmasına yönelik “göçebe düşünce”lerdir.

Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım
Kaynak: Felsefe Sözlüğü; A. Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü. Hüsrev Yoksal; Bilim ve Sanat Yayınları

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...