Felsefe hakkında her şey…

David Hume’un Tanrı Anlayışı ve Dinlere Bakışı

03.11.2019
4.025

Aynada gözlerinizden birine bakın. Görüntüye odaklanan bir merceği, değişen ışığa uyum sağlayan bir irisi, onu koruyan göz kapakları ve kirpikleri vardır.

Yan tarafa bakarsanız, göz yuvanız göz çukurunda dönüyormuş gibi görünür. Bu görüntü oldukça güzeldir aynı zamanda. Peki bütün bunlar nasıl gerçekleşir? Gözlerimiz birer mühendislik harikasıdır. Bir göz şans eseri böyle olmuş olabilir mi? Issız bir adada düşe kalka ilerleyip bir açıklığa geldiğimizi hayal edin. Bir sarayın yıkık duvarlarından, merdivenlerinden, yollarından ve avlularının arasından geçiyorsunuz. Tüm bu gördüklerinizin oraya öylece gelmediklerini biliyorsunuz. Biri bunları tasarlamış olmalı, bir tür mimar. Yolda yürürken bir saat bulursanız, onu bir saatçinin yaptığını, bir amacı olduğunu (saati söylemek) düşünürsünüz. Saatin küçük çarkları kendi kendilerine bir araya gelmemiştir. Biri tüm bunları düşünmüş olmalı.. Bütün bu örnekler aynı şeyi söyler: Tasarlanmış gibi görünen nesneler neredeyse kesinlikle tas arlanmıştır.

Peki, biraz da doğayı düşünün: Ağaçları, çiçekleri, memelileri, kuşları, böcekleri, sürüngenleri ve hatta amipleri. Onlar da tasarlanmış gibi görünür… Elbette, canlı varlıkların mekanizması bir saatinkinden çok daha karmaşıktır. Memeliler oldukça karmaşık sinir sistemlerine, kan dolaşımına sahiptir ve genellikle yaşadıkları yere kusursuz bir uyum sağlamışlardır. İnanılmaz derecede güçlü ve zeki bir Yaratıcı tarafından yaratılmış olmalılardır. Bu yaratıcı Kutsal Saatçi veya Mimar Tanrı olmalıdır.

David Hume’un eserlerini kaleme aldığı on sekizinci yüzyılda birçok kişi bu düşünceyi paylaşıyordu, günümüzde de böyle düşünen pek çok kişi vardır. Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya yönelik bu argüman sıklıkla Tasarım Argümanı olarak bilinir. On yedinci ve on sekizinci yüzyılda yeni bilimsel buluşlar da bu düşünceyi destekler görünüyordu. Mikroskoplar küçük su canlılarının karmaşık yapısını açığa seriyor, teleskoplar güneş sisteminin ve samanyolunun ne kadar güzel ve düzenli olduğunu gösteriyordu. Bunlar da büyük bir titizlikle bir araya getirilmiş görünüyordu.

Bu argüman İskoç filozof David Hume’u ikna etmemişti. John Locke’un etkisiyle bilgiyi nasıl edindiğimizi ve akıl yoluyla öğrenebileceklerimizin sınırlarını düşünerek insanlığın doğasını ve evrendeki yerimizi açıklamaya çalıştı. Locke gibi, bilgimizin gözlemden ve deneyimden geldiğine inanıyordu. Bunun için dünyanın bazı niteliklerini gözlemleyerek Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışan argümanın üzerinde durdu. Hume Tasarım Argümanının yanlış mantığa dayandığını söylüyordu. “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma” (1748) adlı eserinde, Tanrı’nın varlığını bu şekilde ispatlayabileceğimiz fikrine karşı çıkan bir bölüm vardı. Bu bölüm ve mucizelere dair görgü şahitlerinin aktardıklarına inanmanın mantıklı olmadığı argümanı, son derece tartışmalıydı. O zamanlar Britanya’da dini inançlara karşı açıkça konuşmak zordu. Tam da bu sebeple, Hume kendi döneminin en büyük düşünürlerinden biri olmasına rağmen hiçbir zaman üniversitelerde bir iş sahibi olamadı. Tanrı’nın varlığına dair bildik argümanlara sert bir saldırıda bulunduğu “Doğal Din Üzerine Diyaloglar”ı (1779) ölümüne kadar yayımlatmamasını söyleyen dostları ona doğru tavsiyede bulunmuştu.

Tasarım Argümanı, Tanrı’nın varlığını kanıtlar mı? Hume kanıtlamadığını düşünüyordu. Bu argüman her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve mutlak iyi bir varlığın olması gerektiğine dair yeterli kanıt içermiyordu. Hume’un felsefesinin büyük bir kısmı, inançlarımıza desteklemek için verebileceğimiz türden kanıtlara odaklanıyordu. Tasarım Argümanı, dünyanın tasarlanmış gibi görünmesine dayanır. Hume, ise sırf tasarlanmış gibi görünüyor olması gerçekten tasarlanmış olmasını ya da tasarlayıcının Tanrı olmasını gerektirmez, diyordu. Peki, Hume bu sonuca nasıl ulaştı?

Bir bölümü bir perdenin arkasında gizli, eski tarz bir terazi düşünün. İki kefesinden yalnızca birini görebiliyorsunuz. Bu kefenin yükseldiğini görürseniz, tek bilebileceğiniz diğer kefedeki nesnenin daha ağır olduğudur. Göremediğiniz kefedeki nesnenin rengini bilemezsiniz, biçiminin küp mü ya da yuvarlak mı olduğunu, üzerinde bir şey yazıp yazmadığını ya da kürk gibi bir şeyle kaplı olup olmadığını söyleyemezsiniz. Bu örnekte nedenleri ve sonuçları düşünürüz. “Kefenin yükselmesinin nedeni nedir?” sorusuna verebileceğiniz tek cevap, “nedeni, diğer kefedeki daha ağır olan şey”dir. Nedeni gördüğünüz sonuçtan (kefenin yükselmesi) çıkarmaya çalışırsınız. Ancak daha fazla kanıt olmadan, başka bir şey söyleyemezsiniz. Söyleyeceğiniz her şey tahminden ibaret olacaktır ve perdenin arkasına bakmadığınız sürece tahmininizin doğru mu yanlış mı olduğunu bilmenizin yolu yoktur.

Hume, etrafımızı saran dünyayla benzer bir durumda olduğumuzu düşünüyordu. Çeşitli nedenlerin sonuçlarını görürüz ve bu sonuçların gerçeğe en uygun açıklamasını bulmaya çabalarız. Bir göz, bir ağaç, bir dağ görürüz ve bunlar tasarlanmış gibi görünebilir pekâlâ. Ama olası tasarımcı hakkında ne söyleyebiliriz? Göz, en iyi nasıl çalışacağı düşünülerek yapılmış gibidir. Ancak bundan, gözü yapanın Tanrı olduğu sonucunu çıkaramayız. Peki neden? Tanrı, genellikle, daha önce sözünü ettiğimiz üç özel gücü elinde tutan varlık olarak düşünülür: Her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve mutlak iyi. Gözlerimizin çok güçlü bir varlık tarafından yapıldığı sonucuna ulaşsak bile, bunu yapanın her şeye gücünün yeteceğine dair kanıt gösteremezsiniz. Ayrıca gözün de bazı kusurları vardır. Gözler bazen görmekte zorlanır ve birçok kişi bu yüzden gözlük takar. O zaman her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, mutlak iyi Tanrı gözlerimizi bu şekilde tasarlamış olabilir mi? Belki de. Bir göze baktığımızda elde ettiğimiz kanıt bunu göstermez. En iyi ihtimalle, gözlerimizi çok çok güçlü ve becerikli bir varlığın yaptığını gösterir. Hatta bunu bile göstermeyebilir. Başka olası açıklamalar da vardır. Gözlerimizin birlikte çalışan alt kademe tanrılardan oluşan bir ekip tarafından tasarlanmadığını nereden biliyoruz?

En karmaşık makineleri ekip halinde çalışan insanlar yaparken, aynı durum neden göz diğer doğal nesneler için de onların oluşturulduğunu varsayarak geçerli olmasın ki? Pek çok bina profesyonel bir inşaat ekibi tarafından inşa ediliyor, bir göz neden farklı olsun? Belki de gözlerimizi şimdiye kadar çoktan ölmüş çok yaşlı bir tanrı yapmıştır. Belki de çok yaşlı bir tanrı yapmıştır. Belki de hâlâ kusursuz gözler tasarlamayı öğrenmeye çalışan çok genç bir tanrı tarafından tasarlandılar. Bu seçeneklerden birine karar vermek için kanıtımız olmadığından, sadece göze bakarak belli ki tasarlanmış bir nesnedir onun geleneksel güçlere sahip tek bir yaşayan Tanrı tarafından yapıldığından emin olamayız.

Hume, bu konuda sağlıklı düşünmeye başladığınız takdirde ulaşabileceğiniz sonuçların oldukça sınırlı olduğunu söyler. Hume’un saldırdığı bir diğer argüman, mucizelerden yola çıkan argümandır. Birçok din, mucizelerin olduğunu iddia eder. Ölüler dirilir, insanlar suyun üzerinde yürür, ölümcül hastalıklardan kurtulur; heykeller konuşur ya da gider, liste böyle uzayıp gider. Hume, bu mucizelere inanmanız gerekmediğini söyler, bu konuya derin bir şüpheyle yaklaşırdı. Eğer biri, size, bir adamın mucizeyi bir şekilde ölümcül bir hastalıktan kurtulduğunu söylerse, bu ne anlama gelir? Hume’a göre bir şeyin mucize sayılabilmesi için, bir doğa yasasına karşı gelmesi gerekirdi. Bir doğa yasası, “kimse öldükten sonra dirilmez,” “heykeller asla konuşmaz” ya da “kimse su üzerinde yürüyemez” gibi bir şeydir. Bu yasaların geçerli olduğuna dair bol miktarda kanıt vardır. Ama bir insan mucizeye tanık olmuşsa, neden ona inanmamalıyız? Bir arkadaşınız koşarak odaya girseydi ve az önce suda yürüyen birini görmüş olduğunu söyleseydi, ona ne derdiniz? Hume’a göre ne olduğuna dair her zaman daha mantıklı bir açıklama vardır. Eğer arkadaşınız size suda yürüyen birini gördüğünü söylüyorsa, sizi aldatıyor ya da yanılıyor olması gerçek bir mucizeye tanık olmuş olmasından daha büyük bir ihtimaldir.

Bazı insanların ilgi merkezi olmayı sevdiklerini, bunun için de yalan söyleyebileceklerini biliriz. Bu, olası açıklamalardan biridir. Öte yandan herkes hata yapabilir. Çoğu zaman gördüklerimiz ve işittiklerimiz konusunda yanılırız. Gözümüzün önündeki açıklamadan kaçınıp olağanüstü bir şey gördüğümüze inanmak isteriz. Bugün bile geç vakitte işittikleri her açıklanamayan sesi fare ya da rüzgâr gibi sıradan sebepler yerine doğaüstü bir etkinliğe bağlayan, ortalıkta hayaletler gezindiğini düşünen pek çok insan vardır. Dini inançları olan insanların kullandığı argümanları sürekli eleştirse de Hume hiçbir zaman açıkça ateist olduğunu söylemedi. Belki de değildi. Yayımlanmış görüşleri, evrendeki her şeyin ardında ilahi bir zekâ olduğu, ancak bu ilahi zekânın nitelikleri hakkında fazla bir şey söyleyemeyeceğimiz şeklinde okunabilir. Mantıklı bir akıl yürütme, bize bu “Tanrı’nın” sahip olması gereken nitelikler hakkında fazla bilgi vermez. Bazı filozoflar buna dayanarak Hume’un agnostik olduğunu düşünürler. Ancak o zamana kadar değilse bile, büyük ihtimalle hayatının sonuna doğru tam bir ateist olmuştu. 1776 yazında arkadaşları onu Edinburgh’da ziyarete geldiklerinde, Hume ölüm döşeğindeyken dine dönmeyeceğini açıkça belli etmişti. Tam tersine. Bir Hıristiyan olan James Boswell, ona, ölümden sonra olacaklar konusunda endişeli olup olmadığını sorduğunda Hume ona öldükten sonra bir hayatı olmayacağından emin olduğunu söylemişti. Ona, Epikuros’un verebileceği türden bir cevap verdi. Doğmadan önce var olmadığı zaman konusunda nasıl endişelenmiyorsa, ölümden sonra ne olacağı konusunda da endişelenmiyordu.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...